18 Şubat 2011

Günün itirafı...

Dün itiraflarımı yazarken asıl bombayı unuttuğumu hatırladım.. İşte size iki çocuklu çılgın annenin bombası :

Erdem'e yanlışlıkla hamile kaldığım zaman diliminde kendimde şöyle bir değişim gözlemiştim : Yeni doğmuş bebeklere aval aval bakmalar, annelerini kıskanmalar, "of şimdi nasıl güzel süt kokuyordur bu yavrucak, şöyle kucağıma alıp bir göğsüme bastırsam" diye iç geçirmeler filan.. Sonra üzerine çattt diye hamile kalınca anladım ki o dönem vücudum hazırlamış kendini bu sürpriz gebeliğe...

Eeeee diyeceksiniz itiraf bunun neresinde? Önceki gün Muhteşem Yüzyılı seyrederken Hürrem'im oğlunu görünce ay bir kötü oldum, bir özlemişim yeni doğan bebekleri yarabbim.. alıp kucağıma içime sokasım, öpesim hatta bir temiz emziresim geldi...

Manyak mıyım neyim? Tövbe tövbeeeeeeeeeeee....

Hamiş : Yukarıdaki resim şuradan alıntıdır. İlk iki çocukları erkek olan annelerin üçüncü çocuklarının da erkek olma ihtimali %52'ymiş diye okudum bir yerlerde.. Yukarıdaki 3 korsanı görünce aklıma geldi nedense??''!!??!?!?!


17 Şubat 2011

İki çocuklu annenin itirafları...


Burcu yazmış, çocuklarımızla ilgili itiraflar yapıyomuşuz, beni kimse ebelemedi, sobelemedi ama onun yazdıklarını okuyunca itiraf edesim geldi.. Buyrun iki çocuklu annenin itirafnamesine :

Çocuk yapmadan önceki günlerimizi tam hatırlamamakla birlikte çok ama çok özlüyorum. O kadar çok gezer, o kadar çok şey yapardık ki, şimdi hepsi mazide tatlı birer anı gibi asılı kaldılar sanki.. İşin tuhafı çocuklar büyüyecekler, biz eski sosyalliğimize yavaştan da olsa geri dönebileceğiz gibi bir düşüncem hiç yok. Hayatım boyunca bu iki küçük kuzu ile sadece mecbur kaldıkça dışarı çıkarak evde hapis hayatı yaşayacakmışım gibi geliyor.

Çocuklarımın yola çıktıklarını gösteren idrar testi çubuklarına gözüm gibi bakıyorum, İngiltereden bir arkadaşımın hediye getirdiği şık yüzük saklama kutumun gizli gözünde saklıyorum.

Herkesin hamileliğini eşine söylediğinde olanlarla ilgili süper hikayeleri var ama benim yok. Emre'ye hamile olduğumu söylediğimde hatırlamıyorum bile ne dediğini, hadi ya falan gibi anlamsız laflar etmişti.. Sanki 13 aydır bu haberi bekleyen biz değildik. Erdem'e hamile olduğumu söylediğimde ise "yapma ya" demişti galiba, düşündükçe sinir oluyorum.. Çocuklarıma haksızlık gibi geliyor.

Emre'ye hamile iken internetten bir doğum videosu seyrettim (seyretmez olaydım) ve normal doğumdan soğudum. İki çocuğumu da epiduralli planlı sezeryanla doğurdum. Eşekler gibi pişmanım şimdi. Keşke Elif'i daha önce tanısaydım.

Yaşları Emre'ye akran olan tek çocuklu arkadaşlarımın çocuklarını düşündükçe ikinci çocuğu yaparak Emre'me ihanet ettiğim hissiyatına kapılıyorum.

Erdem'e "kaza kurşunu" ile hamile kaldığımdan kendimi salak gibi hissediyorum ve öncesinde yanlışlıkla hamile kaldıkları için küçümsediğim kadınların intikamı bu diye düşünüyorum. Ama aynı zamanda Erdem gibi bir mucizeye tanıklık ettiğim için de şükretmekten gözlerimden yaşlar geliyor genellikle..

"Mesleğimi değil ama çalışmayı seviyorum. Sabah evden çıkıp akşam gelmek iyi geliyor bana. Tam zamanlı anne olmayı becerebileceğime inanmıyorum, becerebilenlere şapka çıkarıyorum. Ve çalıştığım için zerre kadar vicdan azabı da duymuyorum. " demiş Burcu itiraf ederken, altına imzamı atasım geldi ...

Ve fekat çalışan annelerin vicdanlarını rahat ettirmek için çocuklarına sürekli oyuncak almalarını eleştirirdim eskiden ama galiba ben de bunu yapıyorum. İşyerimin karşısında bir avm olmasının dezavantajı büyük tabi.. Kendimi yaptığımın yanlış olduğuna dair telkin edeceğime de "ama o çocuk ve tek dünyası oyuncakları" gibi abuk fikirler de ürettiğim oluyor bazen.

Bazen iki çocuğun verdiği sıkıntı ve stresle başedemeyip Emreye karşı sesimi yükseltiyorum. Böyle durumlarda Emre hem niye böyle birşey yaptığımı anlamaya çalışıyor hem de ağlıyor genelde.. O zaman kendimden nefret ediyorum ve bu dünya güzeli iki evladı haketmediğini düşünüyorum.

Emre kardeşine karşı şiddet kullandığında onu en azından o sakinleşene ve Erdem'in ağlaması geçene kadar küçükten uzak tutmaya çalışıyorum. Bu esnada bazen el kol hareketlerim(tamamen Erdemi koruma refleksiyle sanırım) sertleşiyor ve birkaç kez Emre'yi iteklemiş gibi oldum bu sebeple. Düşündükçe içim eziliyor . Oysa Emrecik henüz çok küçük ve kardeşini kıskanıyor sadece..
Özellikle uykusuz gecelerde veya enerjimin tükendiğini hissettiğim yorgun günlerin sonlarında çocukların ikisi birden arıza çıkardıklarında, onlara kızmaktan kendimi alamıyorum ve "şimdi ikisini birden camdan atsam, sonra da ben atlasam" gibi abuk senaryolar geçiriyorum aklımdan.

Eğer Murph'nin benim gibi aralarında 2,5 yaş olan çocukları olsaydı şöyle kurallar üretirdi eminim : İki küçük çocuğunuz varsa ikisi birlikte ve tamamen arka arkaya... kusarlar , acıkırlar, uykuları gelir, kaka yaparlar, ağlarlar....

İşyerimde telefonda Emre'nin ya da Erdem'in ağlamasını duyduğumda kabıma sığamıyorum ve hemen o an yanlarına ışınlanıp, onları sarıp sarmalayıp susturmak istiyorum.

Bu kadar güzel çocuklar doğurduğuma hala inananmıyorum ve kendimle gurur duyuyorum. Bu güzel çocukları haketmek için hayatımın bir döneminde birine müthiş bir iyilik yapmış olmalıyım diye geçiriyorum içimden hep.

Of... yoruldum valla.. Bir solukta benden bu kadar.. Dileyen kendini sobelesin, yazsın-çizsin lütfen:-)))

14 Şubat 2011

Çocuğum yemek yemiyor-du...


Şimdi şu yukarıda görülen sıpa var ya, her öğün kendisine yemek yedirmeye çalışan her kim ise ona kök söktürür, ağzını açmamak, açtı ise ağzındaki yutmamak için binbir bahane ileri sürerdi..

Meğer çocuğumun İkea'ya gidesi varmış sevgili günlük.. Görüldüğü üzere hapur hupur götürüyor masadakiler... Tavuk kanat, brokoli, soğan halkaları...

Her yemek vakti avm avm gezip öyle mi beslesem ben bu kuzuyu bilemedim şimdi..

Şakan bir yana gerçekten bir savaş halinde geçer bizim öğünlerimiz. Bu videoda ise hem löp löp yiyor hem de kendisi yiyor yahu...

Sömestir tatili ve bir evde 4 çocuk...

Dün biten sömestir tatilinden faydalanarak çocukları biraraya getirelim dedik kardeşimle geçen hafta... Topladı kuzuları bize geldi, 2 gece kaldılar.. Aslında daha çok kalmalarını isterdim ama evdeki tansiyon akıllara ziyan verecek düzeydeydi.. Bir evde 4 çocuk düşünün, boy boy..

Yağız 8 yaşında..
Yağmur 37 aylık
Emre 34 aylık
Erdem 8 aylık


Her kafadan bir ses çıkıyordu, çok yorucu ama çok güzeldi bence.. Yine de karar verdik, küçükler büyüyene kadar bööyle bir çılgınlık yapmıycaz:-))))))))))))))



Evde en çok tekrarlanan replikler ise şöyleydi :

Yağız : Anneeeeeeeeeee, Emre bana vuruyo... Yeşil arabamı robot yap, robotumu araba yap... Acıktımmmmmm....

Yağmur : Emme bana vuduuuuu....Huuuuuuuuuuuuuu...... O benimmmmmmmmmmm.... Huuuuuuuuuuuuuuuuu....

Emre : Ama ama ama...... Huuuuuuuuuuuu... Kıyal neyde?

Filiz : Şşşşştttttttttt, yavaş olun çocuklar Erdem uyuyor...... Emmrreeeeee vurma diyorum sana Yağmur'a... Yağmurrrrrrrr kızım bağırmadan konuşsana tatlımmmmmmmmm... Yağızzzzzz televizyonun sesini kıs teyzecim, kafam şiştiiiiiiiiii...

Figen : Yağızzzzzz, şimdi arıyorum babanııııııı.... Emreeeeeeee vurma kızıma........

Yazın adadaki halimizi düşünemiyorum ben... Kreş gibi olacak ev...

09 Şubat 2011

Hıncal Uluç'tan nefret ediyorum...

Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir.

1,5 yaşındaki bir bebeğin ölmüş annesine dil uzatan Hıncal Uluç'tan nefret ediyorum.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mehtap Erel yazmış aşağıdaki yazıyı, eline, yüreğine sağlık çok da güzel yazmış...

''Defne Joy Foster’ın Oğlu Can’a Mektup''

''Bir şeyi ilk nasıl öğrenirseniz hep öyle hatırlarsınız. Bu yüzden, üzerinden defalarca “geçilmiş” ve “görülmüş” gündem konularından yazmamayı tercih ediyorum. O konuda ya ilk gün yazacaksın, baktın “çiğnendi” duracaksın.

Sen “görmeyeceksin” o haberi. Kimi okur senin durumu umursamadığını düşünür kimi konu hakkında çok radikal fikirlerin olduğu için görüşünü kendine sakladığını. Oysa basit bir şekilde, duruyorsundur sadece…
Ama şişersin…

Defne Joy Foster’ın ölümü hakkında o kadar çok yazıldı ki bir ben bir de Diyanet İşleri Başkanlığı kaldı açıklama yapmayan. Bu noktada ben (Diyaneti bilemem) topa girmemeyi tercih ettim çünkü eğitimim öyle. Yani hala Yenal’la çalışıyor olsak bana “çok görüldü o” derdi. O yüzden bu yazıyı rahatsız bir şekilde yazıyorum ama size değil. Defne’nin oğlu Can’a…

Sevgili Can,

Başka problemimiz, sıkıntımız yokmuş gibi, memleket oturdu, babanın ilerde sana annenin ölümünü nasıl izah edeceğini, düşünüyor. İyi ya da kötü annen hakkında yazılan yazıları, ilerde büyüdüğünde internetten annenin adını “google”layıp okuduğunda neler hissedeceğin “çok önemli mevzu” bazılarımız için.
İşin ilginci bunu mevzu kabul edip senin için dertlendiğini iddia edenler annen hakkında en biçimsiz yazıları yazanlar.

Hepsini boşver ve bir tek benim yazımı oku.

Oğlum bak, ben de anneyim ve senin anneni hiç tanımadım, bir kez olsun yan yana gelmedim.
Uzaktan iyi niyetli ve neşeli bir insana benziyordu. Güler yüzlüydü ve şakacıydı. Hareketliydi, kimi zaman hızlı konuşuyordu ve saçları sürekli kabarıktı. Bu ona sevimli ve biraz da çocuksu bir hava veriyordu.
Senin annen sana hamile kalan, seni 9 ay karnında taşıyan, doğuran, emziren, altındaki bezi değiştiren, popondaki kakaları yıkayan kadın.

Senin annen sağ elinin işaret parmağıyla senin dudaklarını aralayıp çıkmak üzere olan dişin var mı diye bakan, henüz dişin gelmediği halde eczaneye girdiğinde sana diş kaşıyıcı oyuncak alan kadın.
Senin annen sen gazını çıkaramayıp ağladığında seni kucağında gezdiren, sırtını okşayan, sen “pırt” yaptığında da sanki dünyanın en müthiş şeyine şahit olmuş gibi gülümseyen kadın.

Senin annen sen gece acıktığın için ağladığında, kan uykusundan uyanıp, seni kucağına alıp memesini ağzına veren ve emzirmekten yara olmuş göğüs uçları acısa da seni beslemeye devam eden kadın.

Bir gece sen hastalandın aniden, ateşin çıktı ve annen bekledi baş ucunda. Elinde ateş ölçer, sabaha kadar yarım saatte bir ateşini ölçtü, alnını sildi serin bezlerle.

Popon piştiğinde ise o kremledi poponu en iyi kremlerle. Hatta o ay almak istediği bir ayakkabı vardı ama almadı. Çünkü zor bulunan ve çok hızlı tedavi eden yabancı bir pişik kremi vardı, çok da pahalıydı, o ay durum biraz sıkışıktı. Annen sana pişik kremi aldı. Ve biliyor musun
Can, o ayakkabıyı alamamayı hiç umursamadı.

Can, ben senin anneni hiç tanımadım ama ben anneyim, benim de oğlum var. O yüzden sana bir anne, bir erkek annesi olarak şunu diyorum:

Seni bir tek bunlar ilgilendiriyor yavrum, bunun dışındakiler değil.

Annenin özel hayatında ne yapıp ne yapmadığı sen dahil kimsenin işi değil. Bu sadece babanı ilgilendiren bir konu anneannen, babaannen bile yorum yapamazlar annen hakkında. O yüzden gazetelerden 20 sene sonra sana ulaşmaya çalışan “vicdansız” bir takım insanlara hiç aldırma.

Çünkü oğlum inan bana, şu anda ortamlara ahlak dersi vermeye çalışan o insanlar var ya, onlar daha ahlaklı değil.

Can biz öyle bir ülkede yaşıyoruz ki yavrum, torunu yaşında kızlarla fingirdeyen yaşlı dedeler, adına sübyancılık denen durumu “sweetheart” deyip müesseseleştirdiler. Şimdi topluma “doğru neymiş yanlış ne olurmuş” annen üzerinden o dedeler anlatıyor, boşver…

Bu ülkede ünlü olmak isteyen yazarlar memelerini açmadan bir yerlere gelemiyor, yazı işleri müdürleri ile gönül eğlendirmeyenlerin yaptığı işler gazetelerde manşet olmuyor, üniversitede hocasının köpeğine bakmayan asistanlık bulamıyor, bulsa da hocayı bulamıyor çünkü hoca devletten “danışmanlık” kovalamaya çalışırken okula uğramıyor.

Bu ülkede hala organlarını satan insanlar var ve geçenlerde de Hizbullahçılar (bak bunu google’la işte) serbest kaldılar, aramızda dolaşıyorlar, her an birimizin kolunu bacağını bağlayıp canlı canlı gömebilirler.
Bu ülkede herhangi bir sabah programını aç, hiç ummayacağın bir yaşlı teyzeyi “emmim beni düttü, sonra ben muhtarla oynaştım, sonra bunu bizim küçük gelin görmüş, o da kaynıma söylemiş, kaynım da bizim gelini düttü, sonrada kocamı kömürlükte ölü bulduk” gibi yaşamlarını “bakkaldan iki kilo şeker aldım” der gibi anlattığı bir ülke.

Bu ülkede Can, 6 aylık bebeğe tecavüz eden sapıklar var. Bu ülke internette arama motorlarında “çocuk pornosu” nu en çok aratan ilk üç ülkeden biri.

Annenle ilgili yazılar yazan bazı insanlar bunlar burada yaşanmıyormuş gibi davranıyor ve ne olduğunu bilmeden ölmüş bir kadının ardından kusuyor.

Sen üzüleceksen eğer Can, neye üzül biliyor musun yavrum?

Annen hiçbir zaman seni okula götürüp akşam çıkışta seni kapıda bekleyemedi. Karneni görüp sana bisiklet hediye edemedi. Öğretmenler toplantısında senin için “yaramaz” diyen suratsız öğretmenle tartışamadı. Çok istediğin oyuncak seti için “önce matematik notların düzelsin bakalım” diye pazarlık yapamadı seninle. Sen kız arkadaşını alıp geldiğinde güler yüz gösterip kız gittikten sonra “koca popoluymuş bu” diyemedi sana.

Sünnetini, mezuniyetini, mürüvvetini göremeden gitti.

Sen üzüleceksen eğer düğün gününde karından sonra, üzerinde smokin, annenle bir dans edemeyeceğin için üzül.

Kucağında bebeğin, gözlerinde yaş, “bak babannesi” diyemediğin için. Bunlara üzül yavrum istediğin gibi, bu senin hakkın.

Ama annen bekar bir arkadaşının evine gitti diye üzülme. Çünkü o belki de lohusalık sıkıntılarını henüz üzerinden atamamış, belki depresyonda, belki mutsuz genç bir kadındı. Bir hata yaptı, bu kısmı seni ilgilendirmez.

Senin annen sana bakarken hayatında daha güzel başka hiçbir şey görmediğini düşünen, mutluluktan gözleri dolan başka bir kadın.

Sen üzüleceksen o gözlere doyamadığın için üzül, bu senin hakkın.

Ve babana dört elle sarıl, sahip çık, sev.

Baban bu zor günlerinde, sadece annenin acısıyla ya da senin için endişelenmekle kalmadı, bir de “reytink” kokusu alan leş kargalarına kulak tıkamak zorunda kaldı.

Gerisi seni ilgilendirmez.

Bizi de….''

Mehtap Erel
05.02.2011

04 Şubat 2011

Sinemaya ve/veya tiyatroya gitmek istiyorum


İlk oğlum doğduğundan beri ne sinemaya ne de tiyatroya gidemedim ben, biz hatta... Son seyrettiğimiz sinema filmi Büyü idi.. Son gittiğimiz tiyatro oyununu hatırlamıyorum bile..Düşünün artık gerisini...

Oysa vizyonda ne kadar güzel filmler var :

SANCTUM... Sualtı görüntüleri bol bir 3d filmi.. Yani 3 boyutlu gözlüklerle seyredilecek.. Ne sahneler vardır kimbilir denizaltının muhteşemliğini gösteren...

THE TREE.. Bir aile ve sevgi filmi.. Babalarını kaybeden bir ailenin, babalarının ruhunun bir ağaçta yaşadığına inanmalarını konu ediyor.. Sıcak ve naif..

AŞK TESADÜFLERİ SEVER... Bence son 50 hatta 100 yılın en tatlı jönünden içinizi ısıtacak bir aşk filmi.. Gülmek bir adama bu kadar mı yakışır yahu??? (Sevgili duymasın aman:-D)

Ha bir de eskiden yaptığım gibi Devlet tiyatrolarına sezonluk kombine bilet alıp, sonra oyundan birkaç gün önce bir telefonla ilk 5 sıradan rezervasyon yaptırıp tiyatroya gidesim var.. Ama ille de sevgili ile birlikte ve ille de AKM'nin önündeki kestaneciden bir avuç dolusu kestane aldıktan sonra tabi:-))))

01 Şubat 2011

Misket Pasta'da şeker gibi bir gün...

Dün Misket Pasta Atölyesine davetliydik biz. Kurabiye ve pasta yapma etkinliği düzenlemişler. Çocuk çombalak oldukça kalabalık ve gürültülü bir gün oldu. Çok keyif aldık.. Emre ile ilk kez böyle bir etkinliğe katıldık ve çok mutlu olduk. Gitmeden Özden ve güzel gözlü oğlu Can'ı da aramış ve davet etmiştik, onlar da geldiler.. Güzel geçen günümüzden kalanlar ise aşağıdaki gülümseten kareler ve yaptığımız kurabiyeleri evdekilerle paylaşma anlarımızdı..








Fazla söze gerek yok, görüldüğü üzere çok "şeker" bir gün geçirdik.