22 Ekim 2007

Okuyalım, ağlayalım...

Balkanların en güçlü ordusuna sahip bir milletin, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyen bir başbakanın ülkesi, istese 1 günde dümdüz edeceği hain topraklara giremiyor işte.. Hala kem küm kebelek....

Buyrun, aşağıda yer alan ve Üzümlü’de, 12 aralık 1993 gecesi saat 21.30 sularında Kuzey Irak’tan sızan PKK köpekleriyle girdiği çatışmada şehit düşen Zekeriya’nın evine gönderilen şahsi eşyaları içinden çıkan mektupta yazan ve Osman Pamukoğlu Paşa’nın Hakkari Dağ ve Komando Tugayı’ndaki Şehitler Anıtı’na kazıttırdığı şiiri okuyup ağlayalım. Madem başka birşey gelmiyor elimizden…


Komando Olmak Onurumdur

Olur ya bir çatışmada ölürsem
Arkamdan yas tutmayın
Bırakın toprağımda rahat uyuyayım
Bedenimden elbisemi çıkarmayın
Onlar benim gururumdur
Ölünce kefenim olacak
Başımdan beremi çıkarmayın
O benim şanım şerefim olacak
Ayağımdan botları çıkarmayın
Onlar nice yollar aşacak
Sırat köprüsünden geçecek
Elimden tüfeğimi almayın
O benim namusumdur
Mezarıma sembol olacak
Yaramın kanını silmeyin
Ahirette hesabı sorulacak
Göğsümden kör kurşunu çıkarmayın
O benim madalyam olacak

20 Ekim 2007

Minik Eller Mutfakta - Islak Kek

İlk kez bir etkinliğe katılmak geldi içimden ve geçen gelişlerinde Yağız ile birlikte girdik mutfağa.. Amacımız ıslak kek yapmak..

Tarifimiz şöyle :
3 yumurta
1 su bardağı sıvıyağ
1 su bardağı süt
1 su bardaşı toz şeker
1 paket vanilya
1 paket kabartma tozu
3 çorba kaşığı kakao
Aldığı kadar un..

Önce sıvıyağ, yumurta, süt, şeker ve kakaoyu güzelce karıştırıp, bu karışımın 1 bardağını ayırıyoruz. Kalan karışıma diğer malzemeleri ekleyip karıştırıyoruz. Normalde mikserle karıştırıyorum ama işin içinde Yağızımın yumoş elleri olunca, plastik karıştırıcı kullandık tabiki..
Elde edilen karışımı yağlanmış tepsiye döküp, önceden ısıtılmış fırında yarım saat kadar pişiriyoruz. Çıkarınca da sıcakken ayırdığımız karışımı üzerine boca edip çekmesini bekliyoruz.

Oldukça lezzetli ve ıslak bir tat oluyor.. Bazen içine ceviz, çikolata parçaları ya da kuru üzümde koyuyorum ama Yağız bey keki sade sevdiği için bu kez kullanmadık.

Gelelim keki yapma maceramıza...

Aslında fazla söze gerek yok.. 4,5 yaşında canavar bir erkek çocuğuyla nasıl kek yapılırsa biz de öyle yaptık..


Önce sıvıyağı dökelim... (Parmakların dolmalığına dikkatiniz çekmek isterim:-)




Yumurta kırmayı da öğrendik biz..


Kakaoyu ekleyince Yağız'ın yorumu şöyle oluyor her seferinde : Keke gece geldi dimi teyze?

Unu ekleyince de gündüz geliyor kekimize...

İşte güzel tosunum poz veriyor.. Kucağında kekimizin tepsiye dökmeden önceki son hali..

08 Ekim 2007

15 can, 15 şehit..

Dün bu saatlerde hepsi hayattaydı. Şimdi yoklar...

Ateş düştüğü yeri yakar, ailelerinin, sevdiklerinin acılarını tarif etmeye can dayanmaz.. Bizler tv ya da gazetelerden izlediğimiz kadarıyla bunca acı duyuyorsak, o evlerde, o ocaklarda yaşananları tahmin etmek zor değil, ama yaşamayan bilemez herhalde.. Allah yaşatmasın da zaten.

Sabahtan beri bütün gazeteleri gezdim, hepsi hemen aynı şeyleri yazmış.. “Acımız büyük”.. Evet acımız büyük ama yaptıklarımız yeterli mi? Ya da yaptırabildiklerimiz..

Temel karısıyla denize açılmış, hava fırtınalı, tekne ise küçücükmüş.. Temel sürekli mızlanan karısına “Korkma, Allah büyüktür” diyormuş.. Üç kez, beş kez aynı şeyi tekrarlayınca karısı çok sinirlenmiş, demişki “Allah büyük ama Temel, tekne küçük..”

Bizim gazetelerin de yaptığı bu bence.. Acımız büyük ama koskaca bir basın ordusu olarak kendiniz küçücüksünüz..

Bu ülkenin %47 oyla iş başına gelmiş istikrarlı (!) bir hükümeti, sürekli can çekişen bir ana muhalefet partisi, sloganları “milliyetçilik, Türkçülük” olan bir MHP’si, Abdullah Öcalan’a terörist diyemeyen bir DTP’si , dillere destan bir ordusu, tekel olmaya doğru hızla giden ve yalakalıkta kendini her gün aşan bir medya ordusu var ama kimse evet hiçkimse bu çocukların hain pusularda şehit olmalarını engelleyemiyor..

Yukarıda saydığım kurum ve kuruluşlardan bir tanesi bile çıkıp, yumruğunu masaya vurarak “Yeter artık... Bu vatan evlatlarını hain pusularda kurban edilsinler diye yetiştirmiyoruz” demiyor, diyemiyorlar... Söylenen her laf, laf olarak kalıyor, teoride herkes vatansever, ama pratikte her gün şehit veriyoruz..

Yuh olsun bize....

Bilmem gebeliğin etkisi midir ama sabahtan beri bir haber okuyorum, ağlıyorum, başka bir gazeteye göz atıyorum, ağlıyorum... Sanırım en son 17 Ağustos depreminde böyle olmuştum.. Yukarıda yazılanlar tamamen kişisel fikirlerim olup, herhangi bir parti vs.. için yorum yapılmamasını rica ediyorum... Konumuz bu değil çünkü..

Türkiye Harp Malulü Gaziler, Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Genel Başkanı Gazi Üsteğmen Taner Uran bugün yaptığı açıklamada şöyle demiş :

Ülkemizde bölücü teröre karşı mücadele devam ederken, sivil vatandaşlarımıza ve askerlerimize yönelik hain saldırılara sessiz kalıp TBMM'de bölücü terör örgütü söylemleriyle konuşan, katil teröristlere 'kardeşlerimiz' diye hitap edip kanunlarımızı hiçe sayanlara karşı Yüce Meclisimizi ve yargımızın gereğini ivedilikle yapmasını, acılı şehit aileleri ve gaziler olarak talep ediyoruz. İmralı'dan terör örgütüne emir ve komuta eden bebek katili Öcalan için gerekli önlemlerin alınmasını ve yeni taslak anayasaya idamın tekrar getirilerek başta Öcalan olmak üzere terör örgütü mensupları ve destekçilerinin, adaletin tecelli etmesi amacıyla 24 saat içinde idam edilmesini istiyoruz."

Şahsım adına bu öneriyi kesinlikle destekliyorum..

Allah 24 yıldır verdiğimiz tüm şehitlerimize gani gani Rahmet eylesin.. Bu mübarek kandil gününde ruhları şad olsun..

Ailelerine Allah sabırlar versin, gerçekten içimiz yanıyor onlar kadar olamasa da...

05 Ekim 2007

05.10.2002

Bugün bizim evlilik yıldönümümüz..

Oldukça ilginç bir hikayemiz var bizim. Çıkmaya başladığımızda 6 yıldır tanışıyorduk zaten. Kısa bir süre öncesine kadar da aynı şirkette çalışmışlığımız vardı. Tanışmamız da benim verdiğim bir şirket içi eğitimde, O.nun eğitimi alan yeni bir eleman olarak yer almasıyla başladı. O. şimdi itiraf ediyor diyorki ilk tanıştığımızda “Beni sevse ne muhteşem birşey olur” diye düşünmüş.. Uzunca bir süre sabahları şirkete gidişlerinde yolunu değiştirmiş aynı otobüse binebilme ihtimalimizi gerçeğe dönüştürmek için.. Bense farklı departmanlarda ve genellikle de farklı lokasyonlarda çalışmanın da etkisiyle de sanırım tüm bunlardan habersizdim..

Zaten kendisinin aynı işyerinde çalışıp da birlikte olmakla ilgili olarak çok katı prensipleri olduğundan arkadaşlığımızın duygusal bir birlikteliğe dönüşmesi benim 6 yıl sonra o işyerinden ayrılmamla başladı.. Önce dışarıda görüşmeye başladık. Sonra hiç de kayıtsız olmadığımı anladım ve bir şekilde bilerek ve isteyerek çıkmaya başladık.. 17 Aralık 2001..

Ben Anadolu yakasında oturuyordum, o Avrupa yakasında.. Hafta içi görüşmemiz oldukça zordu, hafta sonları ise asla yetmiyordu. Şubat ayı gibiydi, nedense her tarihi hatırlayan ben o günün tarihini hatırlamıyorum. “Evlenelim ama çarçabuk” dedi.. “Ne yap et, evlenelim, bu böyle olmuyor ayrı kalmak çok zor” dedi.. Mart başında annesiyle tanıştım, 6 Nisan 2002’de sözlendik, 4 Mayıs 2002’de nişanlandık, 5 Ekim 2002’de ise evlendik.. Yani evlendiğimizde henüz 10 aydır çıkıyorduk, yaklaşık 7 yıldır tanışıyorduk..

Şimdi ise beş koca yılı devirdik. Bu beş yılda en çok birbirimizin sivri yanlarını törpülemeyi ve (itiraf ediyorum O.nun sayesinde) sukunet ve sevgi içinde, birbirimize duyduğumuz saygıyı asla zedelemeden, yanyana ve omuz omuza yaşamayı öğrendik. Ben Sabahat Akkiraz konserlerinden, O. ise Candan Erçetin konserlerinden zevk alabiliyor artık.. Hala ayrı odalarda ayrı televizyonlar karşısında zaman geçirmiyoruz, bazen 2 diziyi üstüste izliyoruz, bazen arka arkaya 3 maç seyrediyoruz ama mutlaka aynı odada, dipdibe, yanyana.. Evimizdeki ikinci televizyonu ise çoktan verdik.. Bir tanesi yetiyor bize.. Zaman içinde o benimle tenis oynamaktan, ben onunla basket maçı yapmaktan zevk alır hale gelmeye başladım.

Hala olabilecek her yerde eleleyiz, ayrı ayrı yürüyemiyoruz.. Çok mecburi haller dışında geceleri mutlaka aynı mekanda kalıyoruz, geceleri ayrı kalmak ikimize de iyi gelmiyor çünkü.

Arkadaşlarımızla birlikte olacağımız akşamları aynı güne denk getirip, mümkün olduğunca birarada kalmaya özen gösteriyoruz.. Ayda 2-3 kez birbirimizden ayrı arkadaşlarımızla birlikte vakit geçiriyoruz.. Hafta sonlarında ise birbirimizden ayrı kaldığımız her saate kayıp gözüyle bakıyoruz.

Altıncı yılımıza başlarken iki kişi de değiliz üstelik, minicik bir yolcumuz var şimdi içimizde.. Hamileyiz biz.. Artık herşey yeni gelen güzellik için..


Bugün bizim evlilik yıldönümümüz..

İyi ki varsın aşkım, iyi ki bulduk birbirimizi, iyi ki Tanrım bizi birbirimize yazmış... Nice 6. yıllara.. Sevgi, saygı ve ailemizin yeni üye(leri)si ile birlikte inşallah....

04 Ekim 2007

KÖY ENSTİTÜLERİ...

“Köy Enstitüleri” yarım kalmış bir mucizenin, bir büyük hayal kırıklığının hikâyesi...

“Biz, istiklal mücadelesinden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köylere götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. Bu, imamdır. İmam, insan doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, vefat ettiği vakit mezarının başında telkin vererek, doğumundan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hâkimidir. Bu manevi hâkimiyet, maddi tarafa da intikal eder. Çünkü köylü hasta olduğu vakit de sual mercii imam olur. Biz imamın yerine, köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik.” diyor Hasan Âli Yücel. Köy Enstitüleri fikri böyle doğmuş ve 1940-1953 arasındaki on üç yıl boyunca yirmi bir enstitü on yedi bin mezun vermiş..

Köye eğitim hizmeti 1936 da başlamıştır.

Bu tarih de 35.000 köyde ilkokul yoktur. 16 Milyon nüfusun 12 milyonu köylüdür.

Bunlardan erkeklerin % 76.7 sı, kadınların ise % 91.8 i okur- yazar değildir.

İlk adım 1926 da Milli Eğitim Bakanı Mustafa Nejat tarafından atılmış “ Köy Muallim mektepleri“ açılmıştır. Daha sonra 1936 da deneme amaçlı başlayan “ Köy Enstitüleri” 1940 da yasallaşarak , Hasan Ali Yücel’in Bakanlığı – fikir babası İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde kurulmuştur.

Köy Enstitüleri başka bir deyişle Anadolu’nun aydınlanması idi. Köy çocuklarının alındığı bu okullarda amaca uygun olarak eğitildikten sonra geldikleri köylere donanımlı ( tarım, iş, sanat, sağlık ) öğretmen olarak gönderiliyorlardı. Köylülerin bu gibi aydınlanma sürecinden rahatsız olan toprak ağaları, Cumhuriyet karşıtları ve din istismarcılarının çıkarları bozuluyordu. Onlar için bu kurumların kapatılması gerekiyordu ve kapatıldı.

Eğer kapatılmamış olsalardı; gidilmemiş köy, okulsuz çocuk, işlenmemiş toprak, kullanılmamış su, aç- açık insan, işçileri sokaktalar da aç dolaşan kapatılmış fabrikalar olmazdı. Eğer kapatılmasalardı işçilerimiz yabancı ülke kapılarında iş aramayacaklar, aileler bölünmüş olmayacaklardı. En önemlilerinden bir tanesi de, bugünkü töre cinayetleri işlenmeyecekti. Son yıllarda üzerinde en çok durulan köy boşalmaları yaşanmayacaktı. Çünkü insan için gerekli olan hizmetler köyde üretilir olacaktı. Kapatılmamış olsalardı bu günkü özgürlük kavgaları yapılmayacaktı. Çünkü Köy Enstitüleri bir özgürlük ve özgürleşme eylemi idi.”

1950 den sonra “Marshall yardımı” nın gelişi kapatılma süreçlerinin hız kazanmasına neden olmuştur. Bu yardım içinde “Köy Enstitüleri”nden vazgeçilmesini sağlayan 12 kadar eğitim projesi vardır.Ne kadar başarılı oldukları ise ortadadır.

KÖY ENSTİTÜLERİ’nin başardıklarını şöyle özetleyebiliriz:

- Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştır.
- Bilimsel ve felsefi anlamda laik eğitim başlamıştır.
- Feodal toprak rejiminin değişimi toprak ağalarının kendilerinin ortadan kaldırılma tehdidinin hissetmelerine neden olmuştur.
- Sanayi için eğitilmiş, nitelikli iş gücü oluşmaya başlamıştır.
- Sanat, edebiyat, bilim teknoloji de olumlu beklentiler oluşmuştur.
- Atatürk’ün özlediği demokratik toplum ve kültür için kurumsal alt yapı oluşmaya başlamıştır.
- Ataerkil toplumdan çekirdek aile toplumuna dönüş belirtilerini vermeye başlamıştır.
- Ezberci değil, analitik düşünen- sorgulayan birey yetiştiren demokratik ve üretici eğitim başlamıştır.

Kayınpederim (Emekli öğretmendir kendisi) ile yaptığımız bir konuşmada, kayınpederinin (Eşimin de dedesi bir Köy Enstitülü köy öğretmeniymiş.) köyde sadece okuma yazma öğretmeyip, enstitüten kendilerine verilmiş olan ve o zaman itibariyle köy yerinde çok değerli alet edevat takımı olduğunu anlatıyor.. O takım içinde neler yokmuş ki, nalbantlıktan, marangozluğa, tarımcılıktan, demir işçiliğine kadar çok çeşitli işler yapmakta kullanılan birçok alet… Yani köylerinden alınan ve eğitilen o gencecik beyinler, mezun olup da kendi köylerine döndüklerinde sadece birer ilkokul öğretmeni değil, elinde avucunda hiçbirşeyi bulunmayan köylüyü gerçek anlamda –eğitecek- işbilir birer gönüllü olarak çalışmışlardır. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilâç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç hâline getirmek hep bu enstitülü öğretmenlerin yaptıklarıdır.

Bu bağlamda yukarıda yer alan özellikler statükoyu rahatsız etmeye başlamıştır. Köy Enstitülerini kuranlarda yıkanlarda statükolarını korumak ve güçlendirmek için hareket etmişlerdir. Bu emellerini gizlemek için de “ Köy Enstitü”lerinin üzerinden politika yapmışlardır.
Görüldüğü gibi, demokratik kültürden, bilim ve bilimsel düşünceden yana olmayan her birey ve kurum “ Köy Enstitü”lerinin ortadan kaldırılmasında birinci derecede sorumluluk sahibidir.
Bu gün önemli olan ; Köy Enstitüsü ruhunun yeniden kazanabilmektir.

Köy enstitülerinin kapanma nedenlerinin başında gelen “kız ve erkek öğrencilerin aynı yerde kalıyor olmaları” bahanesi ile bugün 2007 yılında karşımıza çıkan aşağıdaki resim (İSKİ veznesi) nasıl da örtüşüyor değil mi ?


Kaynaklar : Emekli Öğretmen Sayın Mustafa Demir ve Emekli öğretmen Sayın İzzettin Yaşar
(
http://www.cumok.org/html/cumok/istanbul/koyenstitu.htm)
Can Dündar (
www.candundar.com)
http://www.geocities.com/ualtunay.geo/ke.html


01 Ekim 2007

Prematüre bebekler ve aileleri için...



Asortik Krep'in Bloğunda gördüm linki önce.. O da Sardunya'nınbloğundan almış.. Duyurmak lazım, elimizden geleni yapmak lazım diye düşündüm ben de Asortik gibi.. Aşağıdaki yazı da Sardunya'dan..

"Kaplumbağa tanıştırdı beni bu minik dünyayla. Birşey yapmalı dedim. Bilgiye ulaşmayı kolaylaştırmalı dedim. Herkes koşmuştu yanıma moral vermeye. "Bilmem kimin bilmem kiminin de erken doğmuş çocuğu. Endişelenme. Geçer" Nasıl geçer ya? Kendi çocuğu erken doğan hiç mi yok? Bu bir şehir efsanesi mi diye sorarken kendime... Yavaş yavaş toplanmaya başladık. Şimdi 60 aileyi geçtik. Gittikçe artıyoruz.Önce elektronik posta ile birbirimize moral verdik. Bakın bu çocuklar büyüyor dedik. Yalnız değilsiniz dedik. Derken bir sitemiz oldu el yordamıyla kör topal:) Pinocum bu şahane logoyu yapıverdi bize hiçbirşey talep etmemişken üstelik, sırf içinden geldiği için.Şimdi sırada hastaneler var. Hastanelere pano koymak istiyoruz. Bu panolara moral verici yazılar asmak, yalnız değilsiniz demek istiyoruz. Yapacak çok iş var. Belki zamanla kuvöz sayısı bile artırılabilir. Hayatın kıymetini hepimizden çok bilen bu bebekler için siz de bir ucundan tutar mısınız? Sesimizi duyurmak için yanımızda olur musunuz? "

http://www.prematureyiz.org/

Ben kendi adıma hemen prematüre bir güzelliğe sahip arkadaşıma ilettim. Sizin de aklınızda olsun, yalnız değiller ve olmamalılar da.. Çorbada bir pincik de olsa tuzumuz bulunabilirse ne mutlu bize :-)