28 Aralık 2009

Annelerin Dünyası'nda yazar oldum...


Birben arkadaşımızın açtığı ve içinde sadece annelikle ilgili konular olan bir blog var :


İşte bu bloğa yazar olarak kabul edildim ve çok heyecanlıyım.. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce her hafta yazacağım oraya..

23 Aralık 2009

Domuz gribi aşısı oldum...

Daha fazla dayanamadım ve sonunda ben de domuz gribi aşısı oldum.

Çünkü pes ettirdiler, başta doktorum, sonra mümtaz basınımız ve son olarak da hormonlarım el birliği yapmışcasına kanıma girdiler, minicik bir enjeksiyon ile artık damarlarımda ölü domuz gibi mikrobu kol gezer hale geldi. İlk yarım saat kadar kolum çok ağrıdı, şimdi iyiyim sanırım.

Hamilelere yapılması önerilen adjuvansız aşıyı Ana Çocuk Sağlığı Birimleri yapıyorlar. Mesai saatleri içinde, yanınıza yakın zamanda çekilmiş ve üzerinde adınız ve tarih bilgisi olan bir ultrason görüntüsü ve kimliğinizle başvuruyorsunuz, aşınızı hemen yapıyorlar.

Hamile bayanlara şiddetle öneriliyor.

Sonunda...


Kanada'dan aldığımız mutlu haberin ayrıntıları gelmeye başladı...
Biricik arkadaşım Safiye diyor ki : "...kucagima aldigimda dunyadaki hic bir ismi layik bile goremeyecek kadar guzel geldi..bembeyaz pamuk bir kiz... 3. 750 kilo ve 54 cm/ uzun boylu olacak..... 17 aralik saat 3.15 te geldi kollarima...."
Anladım ki canım arkadaşım da duygu yüklü bir anne olmuş.. Çokkk ama çok sevindim..
Hoşgeldin kuzucuk, binlerce kere maşallah sana.. Sağlıklı, mutlu, upuzuunnnnn bir ömür diliyoruz zana annen ve babanla.. Burada sana el sallayan hoşgeldin aramıza diyen 2 teyzen ve 3,5 kuzenin var... Eylül ayını iple çekiyoruz büyük aile fotoğrafımızı çektirmek ve seni öpüp koklamak için..

17 Aralık 2009

Pozitif Doğum Hikayeleri


Blogcu Anne'miz Elif'in yeni bir blogu var artık.. Adına Pozitif Doğum Hikayeleri dediği ve doğal doğum yapmak isteyen anne adaylarına çok sıkı bir kaynak oluşturabilecek çok şirin bir site.. Doğal doğum ile yavrularını kucaklarına almış annelerin sıcacık doğum hikayelerini paylaşıyor aynı zamanda..
Diyor ki Elif :
"Bu siteyi oluşturmaktaki amacım Türkiye’de doğal ve normal doğumları ön plana çıkararak vajinal doğum konusundaki farkındalığın artmasına katkıda bulunmak. Türkiye’de özel hastanelerdeki %80′leri geçen sezaryen uygulamaları vajinal doğumların ikinci plana atılmasına sebep oluyor. Anne adaylarının çoğu bırakın doğal (müdahalesiz) doğum yapabilmeyi, normal doğum yapabilmek için bile doktorlarını ikna etmeye çalışıyor. Ve her nasılsa gebeliklerin çoğunun sonunda bir “terslik” oluyor, ya bebek dönmemekte ısrar ediyor, ya kordon dolanıyor, ya bebek çok büyük oluyor, ya da benzeri bir sebeple doğum sezaryenle sonuçlanıyor......"
Mecburiyetten sezeryan doğum yapmış biri olarak kendisini canı gönülden desteklediğimi belirtmek isterim.. Tebrikler Elif'cim... Yeni sitenin yolu açık olsun...

16 Aralık 2009

Kanada'dan haber var...

Kanada da yaşayan arkadaşım Safiye'nin doğumunu bekliyoruz 1 haftaddır. Eli kulağındayı bile geçti, pempiş kızımız gelmek bilmedi birtürlü.. Ben de meraklanıp telefon açtım bugün. Safiye'ciğimin doğum sancıları başlamış.. Sabat saatlerindeler onlar şu an ve Safiye bir aşağı bir yukarı gezinip duruyormuş sancılı halde.. Bugün doktora gideceklermiş zaten..

Konuşurken ağlamamak için zor tuttum kendimi bilmem farketti mi o?
Allahım sen yavrusuna kavuşmak için gün sayan tüm hamişlere yardım et..

İnşallah yarın güzel doğum haberimizi vereceğim buradan...
Amin...

2 numaradan haberler var...

İki numaralı kuzudan tazecik haberlerimiz var. Cumartesi günü kendisiyle randevumuz vardı, doktora gittik, ilk kez babası gelemedi kontrole, çalışması gerekiyordu..
İki numaralı kuzumuz 6,5 cm olmuş, ve şu gün itibariyle 13+3deyiz.. Bu kontrolün bir özelliği ise 2li test vaktinin gelmiş olmasıydı, yapılan ultrasonda ense kalınlığı 1,3 cm. olarak ölçüldü ki bu çok iyi.. 3 cm in üzerindeki ölçümler down sendromu riski demek olabiliyormuş. Bir de o gün kan vermiştim, ikili testin ikinci ayağı için. Doktorumuz bugün aradı ve sonuçlar çok güzel diye müjde verdi bana..
Çok sevindik tabi.. Malum yaş 36 ve dikkatli ilerlemek zorundayız.
Cinsiyet konusu ise belli olamadı, bir öyle bir böyle gösterdi kuzu, gelecek ay kesinleşir dedi doktorumuz. Gerçi cinsiyet son önceliklerimizden biri, önemli olan sağlığı ama yine de merak etmiyor değiliz..
Artık 9 Ocak'taki kontrolde belirgin olacak inşallah bu konu. O da olmazsa 21 Ocaktaki detaylı ultrasonda Atıl bey amcamız söyler kesin cinsiyeti..
İşte böyle günnükkkk...
Sen nasılsın peki dersen iyi sayılırım, gittikçe yoğunlaşan bir tempoda çalışıyorum. Emrenin yaramazlık dozajı gün geçtikçe artıyor.. ve Babası sürekli çalışıyor.. Hamileliğimi dinleyemiyorum açıkçası..
İlk hamileliğe göre yeterince iyi de beslenemiyorum çünkü eve gidince Emre bırak yemek yememe, ellerimi yıkamama, tuvalete gitmeme bile izin vermiyor.. Ancak o oyuna dalacak da peşimden gelmeyecek de, evde de sağlıklı birşeyler olacak da ben beslenicem... Emre uyuduktan sonra da mutfağa girecek iş yapacak halim kalmıyor, enerjim ancak o uyuyana kadar yetiyor bana.. Üstelik süt de içemiyorum artık, zaten sevmezdim şimdi hepten iğreniyorum tadından ve kokusundan. Kalsiyum ihtiyacını yogurt, ayran, yumurta ve peynir ile tamamlamaya çalışıyorum inşallah oluyordur.
Bu arada yarın domuz gribi aşısı olucam, inşallah bir sakatlık çıkmaz sonrasında..

15 Aralık 2009

Emzirmeye son...

Emre kuzum tam olarak 20 ay emdikten sonra doktor zoruyla memeyi bıraktı.. Niye doktor zoruyla derseniz, malum iki numaralı kuzu 14. haftasına girdi artık.. Doktorumuz memeden kesin artık diyeli ise neredeyse 2,5 ay geçti..

Hem tarihe not düşmek hem de "Çocuğumu memeden nasıl keserim?" diye tırım tırım kaynak arayan anneler için yazıyorum.

Aşamalı bir bırakma operasyonu gerçekleştirdik. 10 gün kadar öncesinden sabah emmeleriniz, akşam iş çıkışı emmelerini kestik. 4-5 gündür de gece uykuya geçiş için yaptığı emme işlemini kesmiştik. 3 gün öncesine kadar gece emmelerimiz devam ediyordu.. Veee büyük final, Emre 3 gündür hiç emmiyor beni.. Geceleri uyandığında babası gidiyor yanına ve sütünü verip uyutuyor yeniden.. Daha kanlı geçeceğini düşünüyordum ama sanki oldukça kolay bir geçiş oldu bizim için.

10 Aralık 2009

Mimlendim...


Blogcu Anne mimlemiş beni.. Teşekkür ederim Elifciğim. Son kitap alışverişimi henüz paylaştığım bugünlerde cuk oturdu diyebilirim.

1- Şu an okumakta olduğunuz kitap/kitaplar, kısaca konusuyla?
2- En son aldığınız kitap/kitaplar?
3- Şimdiye kadar okuduğunuz kitaplar arasında en çok sevdikleriniz?
4- Bir türlü bitiremediğiniz, bitirseniz de sizi illallah ettiren kitap/kitaplar?
5- Elinizdeki bitince okumayı düşündüğünüz kitap?


sorularına cevap vereceğim.

1- Şu an okumakta olduğunuz kitap/kitaplar, kısaca konusuyla?

Şu an başucumda Tracy Hogg’un “Bebek Bakım Sorunlarına Mucize Çözümler” adlı kitabı olsa da bu kitap bir roman olmadığından ara ara yatarken göz atıyorum. Ama çantamda farklı bir kitap var, Ayşe Kulin’in “TÜRKAN Tek ve Tek Başına” adlı eseri.

Rahmetli Türkan Saylan’ın tüm hayatı olmasa da yaşantısından kesitler sunan ve en yakın dostlarından olan Gökşin Sanal ile yıllarca sürmüş mektuplaşmalarının paylaşıldığı, nehir söyleşi tarzına yakın bir kitap.. Hamileliğin de verdiği duygusallıkla salya sümük okuyorum diyebilirim..

2- En son aldığınız kitap/kitaplar?

En son aldığım kitapları tesadüf bu ya bir önceki postumda paylaşmıştım.
Türkan Tek ve Tek başına – Ayşe Kulin
Kazanan Yalnızdır – Paulo Coelho
Cumhuriyet - Türk Mucizesi – Turgut Özakman

3- Şimdiye kadar okuduğunuz kitaplar arasında en çok sevdikleriniz?

Yıllardır beni çok etkileyen kitaplar listemin başını Dünya klasiklerinden biri olan Gazap Üzümleri çekiyor. Zaten John Steinbeck'in tüm kitaplarınının ve tarzının hastasıyım, ama bu kitabı özellikle finaliyle çok derinden vurmuştu beni..

Bir de son dönemde henüz bitirdiğim Şems Tebrizi’nin ölümünü anlatan Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar adlı eseri var..

4- Bir türlü bitiremediğiniz, bitirseniz de sizi illallah ettiren kitap/kitaplar?

İtiraf ediyorum ben (aynen Blogcu anne gibi) Orhan Pamuk o-ku-ya-ma-yan-lar-da-nım.. Olmuyor gitmiyor kitap. Ben okudukça, kitap kalınlaşıyor, tuğla gibi oluyor elimde sanki. Bir de üniversitede iken okulun kütüphanesinden aldığım ve tam 40 gün boyunca bitiremediğim için defalarca süre uzatımı yaptığım ve artık gurur meselesi haline gelince mecburen bitirdiğim bir kitap vardır ki, Tolstoy’un dünya klasiklerine girmiş eseri Anna Karanina…

5- Elinizdeki bitince okumayı düşündüğünüz kitap?

Elimdeki kitap bitince yeni aldığım kitapları bir kenara koyup, bir süre önce aldığım ama okumadığım Tim Seldin’in Harika Çocuk Nasıl Yetiştirilir? adlı eseri var. Mentessori metodu ile çocuk yetiştirmenin inceliklerini anlatıyor.

Şimdi sıra sizde, dökün bakalım eteğinizdeki taşları... pardon kitapları...

Can, annesi ve babası
Elçin'in yeri
Çiğdem'ce

09 Aralık 2009

Yeni cicilerim var...

Önceki gün Altunizade D&R ın önünden geçerken tamamen başka sebeplerle içeri dalıverdim.

Amacım 15 aylık bir kuzu için birşeyler bakmaktı ama bulamadım. Öylesine gezerken kendim için ne zamandır kitapçı gezmediğimi düşündüm ve biraz utandım açıkçası. Çünkü iş çıkışı sürekli olarak "Emre evde beni bekliyor" diye düşünüp koşarak eve atıyorum kendimi..

15 dakikalık bu kitapçı gezi sonrası sepetime düşenler şunlardı :






Ayşe Kulin in kitabına başladım bile, tabi sadece işe gidip gelirken yolda ya da gece uykumdan feragat edebilirsem yatakta okuyorum..
Diğerleri beklemede...

04 Aralık 2009

Tatil dönüşü raporu...

Evet yine kendi rekorumu kırdım sanırım. Çok oldu yazmayalı.. Eş-dost ne oldu niye yazmıyorsun diye sorup duruyorlar.. Aslında amacım iki gündür çantamda benimle bilimum yerlere taşınan fotoğraf makinamdaki tatil resimleriyle merhaba demekti ama hamilelik durumları işte unutkanlık had safhada, fotoğraf makinasının data kablosu ise halen evde:-))
Neyse bu sefer de resimsiz yazalım bari..
Emre Tatilde :
Geçen günlerde neler oldu neler... Öncelikle bayram tatilinde evlerdeki kalabalıklar vs. gözümüzü çok korkuttuğu için kaçtık İstanbuldan. 5 günlük bir Antalya kaçışıydı bu.. Emre ile ilk kez uçağa bindik, ilk kez kış tatili yaptık.. Antalya da hava o kadar güzeldi ki, yedik içtik yayıldık... Aslında yayılma ısmı külliyen yalan çünkü Emre kuzum ile yayılmak ne mümkün.. Speedy Gonzales gibi bazen ben bazen babası bazen de ikimiz birden Emrenin peşinde koştur koştur ama güzel geçti tatilimiz.. Emre misafirlerinin yaş ortalaması 70 olan bir tatil köyünde maskot oluverdi hemen..
Geçirdiği hastalıktan sonra kuzumun yeme-içme alışkanlıkları yeni yeni kendine geliyordu ve değişiklik çok iyi geldi.. Sanırım biraz kilo alarak döndü tatilden.. (Maşallah diyelim lütfen)
Tabi tek kilo alan o değildi malesef, babamız da +3 kg. ile döndü tatilden. Ben ise ikinci doktor kontrolümde -2 kg.. da olmama rağmen korkudan halen tartılmadım. 12 Aralıktaki muayene bu nedenle kabusumdur.
Emre tatile giderken uçağa gidiş aşamasında takside biraz kustu ve sonra uyudu.. Uçakta ise kalkış ve inişte kulaklarında basınç farkından problem olmasın diye emzirmem gerektiğini okumuştum biryerlerde.. Biz kalkışta emişirken kuzumla uyuyuverdi ve uçak inene kadar da uyanmadı.. Sonrasında ise havaalanı-otel transferi sırasında yine emdi ve yine uyudu-)))
Kuzucuk için otelde ek bebek yatağı istedik ve bir pot yatak getirdiler hemen. Emre yaz tatilimizde uyku konusunda burnumuzdan getirmişti ama bu tatilde maşallah çok güzel uyudu.. Gerçi son 3 gece uykudan 4-5 gibi uyanıp dışarıya çıkmak istedi ama yine de uyku performansı yerindeydi.. Aslında bu konuda kurtarıcımız oğlumun devasa büyüklükteki ve komforlu puseti oldu. Salıncakta sallanmaya alışık kuzucuk yazın ayağımda sallamamı istememişti, sor dalmıştı uykularına.. Bu sefer de istemedi ayakta sallanmayı, bu kez babası pusette salladı kuzuyu, dalınca yatağına koyduk.
Bu arada yeri gelmişken bu uyku konusunu yazmak ve konuyu kendimce-kendi içimde kapatmak istiyorum. Yatır-kaldır ve Ferber yöntemlerini denemiş ve başarılı olamamış biri olarak vazgeçtim oğluma uyku eğitimi vermekten.. Ağlamaktan kusan bir yavrum var bu yöntemleri denerken ve parça pinçik olan bir yüreğim. NE yapalım artık razıyım iki numara doğunca zorlanmaya... Emreyi zorlamak istemiyorum bu konuda. Çok okudum çok araştırdım içim elvermiyor işte. Nokta...........
Tatilde neler yaptık başka? Sabahları kahvaltıdan sonra hergün sahile gidip denize taş attık. Emre çok seviyor bunu zaten.. Sonrası öğle yemeğine ve uykusuna kadar Emreyi pusetine koyup, yaklaşık 2 km. lik yürüyüşler yaptık Kemer'in içine..
Antalya'ya bu mevsimde gitmenin en şaşırtıcı yanı yer gök her tarafı kaplayan ve yemişten yıkılan narenciye ağaçları ve o meyvaların tatları idi..
Oteldekiilk akşam yemeğimiz sonrasında meyva yemek için seçtiğimiz küçücük mandalina ve portakalların tatları ve kokuları anlatılır gibi değildi.. Onları yedikçe ister istemez şöyle düşündük : "Bu yediklerimiz mandalina ve portakal ise İstanbulda yediklerimiz neydi ki acaba?"
Sabah kahvaltılarından sonra yapılan yürüyüşlerde ise önümüze gelen hemen her narenciye ağacından 1-2 meyva kopardım ben.. Yol kenarında belki kendi kaderine terkedilmiş bodur ağaçların meyvaları bile birbirinden güzeldi.
Öğle yemeği ve uykusu sonrasında ise işimiz gücümüz Emre nin peşinde koşmaktı tabi...
Akşam yemeğinden sonra ise oğlum yeni bir aktivite icat etti kendine... DANS....
Evet Emre kuzum her akşam yemekten sonra otelin barında müzik eşliğinde dans etti, koştu durdu... İzleyen herkezi kendine hayran bıraktı. Heleki otel misafirlerinden hiç Türkçe ve İngilizce bilmedikleri için konuşamadığımız ama Emre ile çok ilgilenen Alman misafirler vardı ki Emre ile diyalogları görülmeye değerdi.. Emre gördüğü her yaşlı erkeği dedesine, her beyaz saçlı kadını ise anneannesine benzetti. Arkalarından seslendi hepsine, cevap vermediklerinde ise bozuldu tabi..
Dönüşte ise Emre uçakta uyumayarak o daracık koltukları bize daha da dar etti.. Sonrası malum eve geliş, babaanne ve dede ile kucaklaşma, özlem giderme:-)))
Emrenin annesi hamile :
Hamileliğim çok şükür gün geçtikçe daha da düzene giriyor, mide bulantılarım azalıyor artık. Aslında bu kez Emreye olan hamileliğim ile karşılaştırınca çok rahatım (hamilelik sıkıntıları açısından) Yani pratikte rahat değilim de kendimi ve vücudumu dinlemeye zamanım olmadığı için bilmiyorum aslında.. Emre ve işim tüm enerjimi alıyor, hissettiğim en güçlü his yorgunluk ve uykusuzluk. Emre halen geceleri uyanıyor sıkça.. Emmek istiyor tabi genelde.. Emzirmek için kalkmak çok güç, neyseki babamız okadar anlayışlı ve yardımcı ki bana.. Ben emziriyorum, o uyutuyor Emreyi geceleri.. O olmasa ne yapardım bilmiyorum gerçekten.
Emrenin annesi korkuyor :
Evet korkuyorum hem de çok.. Bir evde yeni doğmuş bir bebek ve Emre ile yalnız kalmaktan deli gibi korkuyorum. Emre neredeyse 45 dakikada bir 1 saat kadar memede kalan bir bebekti.. Gazı vardı ve az uyurdu. İki numara da böyle olursa, üzerinde bir de Emre kuzum eklenince ortaya çıkan görüntü korkutuyor beni.. Benim çevremde gözlemlediğim şey ikinci çocuk kıskançlığı konusunda birinci çocuğun psikolojisinin hayati derecede önemli olduğudur. Emre ise henüz pek minik bir yavru.. Terribal two fırtınası başladı bile ve iki numara doğduğunda sanırım pik yapacak... Şu anda babamızın bana sarılmasına bile tahammül edemiyor Emre, ya da babası beni öpse mesela hemen huysuzlanıp kucağıma tırmanıyor ve babasının öptüğü yerden o öpüyor...
Yani kısacası eteklerim şimdiden tutuşmuş durumda.. Herkes ne güzel beraber büyürler diyor ama onlar büyürken yaşanacaklar kokutuyor beni.. Önümüzdeki 3-4 sene zorlu olacak vesselam....
Emre konuşuyor :
Emre kuzum bir erkek çocuğundan beklemediğim kadar hızlı bitirdi bu işi. Duyduğu her kelimeyi söymeye çalışıyor ve şaşırtıcı derece başarılı. Gerçi cümle kurmaya yeni başladı ama tek tek söyleyerek de anlatıyor derdini.. Çok tatlı...
İşte böyle sevgili günlükçüm.. Bizden havadisler şimdilik bu kadar...

10 Kasım 2009

Yılmaz Özdil'den yeni inciler...

Matem günü değildir... Doğru.
*
Yeniden doğduğu gündür...
Her sene yeniden.

*
Malum şahıs, ABD ziyaretinde Obama’yla sohbet ederken, laf dönmüş dolaşmış, genetiği değiştirilmiş organizma teknolojisine gelmiş; Obama gururla, “Bu konuda öyle ilerledik ki, neredeyse ölüyü bile diriltebilecek hale geldik” demiş... Bizimki altta kalır mı, “Bizim çalışmalarımız da müspet neticeler vermeye başladı” demiş, “Biz de DNA’larında oynayarak, 100 metreyi 3 saniyede koşan sporcular yetiştirebiliyoruz artık!”
*
Gel zaman git zaman, Obama iadeyi ziyarete gelmiş, “100 metreyi 3 saniyede koşanları” görmek istemiş... Bizimkini ter basmış tabii, “N’apacağız, rezil olduk” demeye başlamış... Ki, o sırada cingöz bir danışman devreye girmiş, “Sıkmayın canınızı efendim” demiş, “Hazır bugün 10 Kasım... Obama’yı Anıtkabir’e götürelim, Atatürk’ü diriltmesini isteyelim... Diriltemezse dünyaya rezil olur, diriltirse, siz zaten 100 metreyi 3 saniyede koşarsınız!”

*
Atatürk’ü 29 Ekim’de pastadan çıkarmıştı bu arkadaşlar... İster misin bugün de mozoleden çıksın!
Hamiş : Yine paylaşmadan edemedim, Yılmaz Özdil yine döktürmüş..

Rahat uyu Paşam...


Herkeste bir yılgınlık, herkeste bir öfke!.. Ülke elden gidiyormuş paşam!.. Doğrudur, ideallerin uğruna kalem sallayan Kemalistler “terörist” diye cezaevine atıldı. Laik Cumhuriyetin ilelebet payidar olması için yayın yapan televizyoncular katakulli ile susturuldu! Kemalist iktidarı savunan parti liderleri, Atatürkçü bilim adamları, Mustafa Kemalci öğrenciler yetiştiren rektörler, adını koyduğun Cumhuriyet gazetesinin yazarları Silivri zindanına tıkıldı!..

Peki, asıl meseleye gelelim; biz ne mi yapmalıyız paşam?..

Paşam, merak etmeyin... Hele bu dönemde, “Mevcudiyet”imizin ve “istikbal”imizin “yegâne temeli”ni çok daha iyi biliyoruz!.. Anlıyoruz ki, “Bu temel, en kıymetli hazine”mizdir de!.. Evet... Çok doğru, bizi “Bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahlar” ne yazık ki var!..

İçimiz acıyor!..

Örneğin, bugün 10 Kasım paşam... Yokluğun halen yürekleri yakıyor. Şüphesiz ki dünya döndükçe de, ardından dökülen gözyaşı dinmeyecek... Cumhuriyeti var etme uğruna sağlığını yitirip gittin ya paşam, işte o günün yıldönümünde TBMM’ye “açılım” adı altında bir tezgâh planını getirecekler! Ülkeyi yöneten zat, Deniz Baykal’ın haklı tepkilerine “10 Kasım yas günü değil” gibi felsefik bir yanıt verdi!.. Eminim ki, o zat bugün Anıtkabir önünde toplanacak yüz binlerce evladından okkalı bir karşılık alacak!..

Mesele yalnızca bundan ibaret değil ki paşam!.. Ne tezattır ki, ülkeyi “laiklik karşıtlarının odağı” bir parti yönetiyor. Halkımız bir tuhaf!.. Hem milyonlarca insan gidip Anıtkabir’de gözyaşı döküyor hem de ne ilginçtir ki, milyonlarcası gerici bir partiye oy veriyor!.. İşsizlik, açlık ve sefalet... Bir de umutsuzluk var ya... Bir torba kömürle halkımızın kafasını karıştırdılar paşam!..

Senin ardından yürüyen milyonlarca insanı sindirmeye çalışıyorlar... Mesela, senin ideallerini yaşatma uğruna kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği neredeyse terör odağı ilan edildi! Derneği kuran generaller içeri atıldı!..

Hele Bir Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği var ki paşam, onun başına gelenleri görseydin eminim kahrolurdun!.. Sana layık evlatlar yetiştirmeye çalışan profesör hanımın evini bastılar...

Örümcek kafalı kalem taşeronları, o hanımefendinin ölümünden bile korkup arkasından salyalarını saçtılar!.. Bu dernekten burs alan çocukları PKK teröristleriyle bir tuttular paşam!..Daha acı bir şey anlatayım paşam; senin koltuğunda türban yanlısı Milli Görüşçü bir zat oturuyor artık!.. Git gerisini sen düşün... Anlayacağın paşam, o engin öngörünle görmüştün ya... Ne yazık ki, “cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş”tir!..

Sen bu ülkenin dört bir yanını yokluk içinde fabrikalarla donattın ya paşam... Hani her yanını demirağlarla ördüğün ülkemiz var ya, bu yobazların döneminde pervasızca yağmalanıyor!.. Fabrikasından tersanesine, tarlasından çiftliğine kadar devletin satmadık tek tesisini bırakmadılar... Üstelik özelleştirme adı verilen yağmaya karşı çıkanlar neredeyse vatan haini ilan edildi!..

Hani 1927’de söylemiştin ya, “Ülkenin bütün tersanelerine girilmiş!..” Ne acıdır ki, doğru paşam!..

İrtica serbest!..

İrtica ile mücadele işte bunların döneminde suç oldu paşam!.. Şeriatçılar ve ayrılıkçılarla mücadele eden ordu büyük baskı altında... Askerin kimini “Ergenekoncu” kimini de çeteci diye içeri tıkıyorlar!.. Bazıları “ıslak imza” safsatasıyla kumpasa getiriliyor, bazıları ise telefon dinlemeleri ve uyduruk raporlarla bertaraf ediliyor paşam!..

Açılım ve demokratikleşme adı altında bölücülüğü ve gericiliği legalleştirenlerle mücadele eden ordu, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar hırpalanmamıştı!.. Yani “Bütün orduları dağıtılmış...” demek gelmiyor içimden ama!.. Durum gerçekten çok vahim paşam!..

Memleketteki belediyelerin büyük bölümünü yıllardır irticacı parti yönetiyor... Bir ara her yerde içki içilmesini bile yasakladılar. Dinci başkanlar yandaş gençlere yıllar boyu burs adı altında harçlık dağıtarak Milli Görüş’e militan kazandırdılar!.. İrticai dernek ve vakıflar bu belediyelerden besleniyor artık! Yandaş müteahhitler bu belediyeler aracılığıyla köşe döndüler!.. Yani, “Memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir” demiştin ya, üzülerek söylüyorum ki öyle oldu paşam!..

Vazifemizi biliyoruz!..

Yani paşam dilim varmıyor ama “Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim” şeyler de var!.. Haklısınız, tüm bu gelişmeler içinde o ünlü saptamanız aklımızdan hiç gitmiyor! Evet, belli ki, “Memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet içinde”ler!.. Peki ya “Hıyanet?..” Onu da zaman gösterecek paşam!..

“Hatta bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlarını, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler” demiştiniz ya?.. Ülkenin başbakanı ve bakanlarının çocukları acayip zengin oldular! Memlekette namuslu işadamları kafalarına kurşun sıkıp intihar ederken, o çocuklar gemiler alıyorlar, fabrikalar kuruyorlar, holdinglerin başına geliyorlar!..

Tüm bunların yanı sıra, açlık ve sefalet sosyal patlamaya yol açtı. Yüz binlerce işyeri kapandı, işsizlik yüzde 20’ye ulaştı... Milyarlarca liralık çek ve senet geri döndü, hırsızlık, soygun ve cinayetler arttı, ekonomi battı, dış borç zıvanadan çıktı... Evet paşam doğrudur, “Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş”tür!..

Ama şunu arz edeyim paşam; tüm bu “ahval ve şerait”e rağmen koşullar 1919 öncesinden hiç ama hiç de kötü değil... Her yıl en az 10 milyon insan kabrinizin bulunduğu başkente sizi hissetmek için gidiyor!.. Dinciler o toplantıları “Ergenekon faaliyeti” saysa da, Cumhuriyet mitinglerine katılan 7 milyon insanın haykırışı halen yobazların kulaklarında çınlıyor!...

Merak etmeyin paşam... “İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazife”mizi çok iyi biliyoruz!..

İşsizlik ve açlıkla terbiye edilmeye çalışılan halk uyanıyor, iktidar partisinin oy oranı tepetakla!.. Şu bölünmeleri, küskünlükleri, siyasi hırsları ve hizipleri bir tarafa atıp, Cumhuriyet yanlıları olarak bir an önce güç birliği yaparsak emanetini kurtacağız paşam!

Üzerimizdeki ölü toprağını tamamen silkeleyip atabilirsek, kurduğun CHP’yi en kısa sürede, elbirliğiyle iktidara getirirsek...

İşte o zaman kabrinde rahat uyuyacaksın paşam!..

10 Kasım 2009 - Cumhuriyet Gazetesi - Mehmet Faraç

06 Kasım 2009

Divane aşık gibi....


Bir süre önce Stand by me şarkısının böyle bir versiyonunu izlemiştim..

Ama bu yerli versiyonunu daha çok sevdim ben ....



Yılmaz Özdil döktürmüş yine...


GDO’lu diyet tarifleri


Haliyle panik halindesiniz. .. “Nasıl anlarız? Genetiği değiştirilmiş organizma yemekten nasıl kurtuluruz?” filan.

Şöyle...


Annaneniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken, siz, “Aman annane be, boş versene” deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya... Annane rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini annaneden alıp, bir kenara yazmadınız ya... İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsını z maalesef.


Ne verirlerse.. . Onu yiyeceksiniz.


Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz. .. Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor. Bilmeli... Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor! Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran... İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef... Torunlarınız da.


Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için... İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan! Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu. Tahin-pekmezi “köylü işi”, vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite” sandığınız için, daha 10 yaşında ayıya döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.


Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak? İstanbul’un güneşi müsait değil, anlarım, zor mudur İzmir’de, Antalya’da, Adana’da evde salça yapmak? Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye... İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak? Bütün ailen kabız... Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?


Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun.. . Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun... Ne işe yaradı senin pazara gitmen?


Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi... Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!


Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok; gazetelerin tiraj almak için kıçından uydurduğu kıçımın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun.. . Brüksel lahanası yiyerek mi AB’ye gireceğini sanıyorsun?


Çin’den bal getiriyorlar mesela... Taaa Arjantin’den, Meksika’dan bal getiriyorlar. Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan... İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin! Ben iddia ediyorum... Kaşla göz arasında frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla, Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz, sırf karakovan balına sahip çıksa, Şemdinli’de, Pervari’de terör bile azalır, terör bile.


Uzatmayayım. Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.


Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA’sını değiştirdi!


Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.


Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz... Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.



Yılmaz Özdil 06.11.2009


05 Kasım 2009

GDO Rezaleti...


Biliyorsunuz hükümet kaşla göz arası yine yaptı yapacağını, ABD güdümsüz yaşayamayacağımızı bir kez daha hatırlatırcasına ülkeye GDO girişine izin verdi. Peki bu GDO kime yarıyor? Dünyada GDO lu gıdaların çoğu pamuk, soya, mısır... Ve bu ürünlerin %99 u tek bir ABD'li şirkete ait.. Hayal bile edilemeyecek bir rant kapısı değil mi?


Daha önce de sormuştm ben bu soruyu ama yinelemem gerekiyor şimdi : Her halk hak ettiği gibi yönetiliyor ise ve bu hükümet %47 ile işbaşı yapmış ise, bu milletin geri kalan %53 ü ne suç işledi de bu gerizekalı, embesil, ABD hayranı angut adamlar tarafından yönetiliyoruz ve böyle aptal yerine konuyoruz???? Kim verecek bu sorunun yanıtını, aman kesem dolsun diye AKP ye oy veren iki yüzlüler mi? Yoksa dinden imandan bahsederken millete mısır diye GDO lu ürünü kakalayan parasever-vatansever-akpseverler mi ???


Buyrun okuyun Yılmaz Özdil yazmış...


--------------------------------------------------------------------------------------



Frankeştayn


Kürt açılımı yapılmasını anlarım... Çünkü, karşı çıkanlar olduğu gibi, destekleyenler de var. Ermeni açılımı da böyle... Sen itiraz edersin belki ama, şahane diyen de var.


*Peki, “Milletim öyle istiyor, açılım yapıyorum” diyen arkadaşlardan biri, bana izah edebilir mi lütfen, “genetiği değiştirilmiş organizma açılımı”nı niye yapıyoruz?


*Ortalık toz dumanken... Ahali, PKK’lıların memlekete gelişiyle meşgulken, dikkatler darbe marbe iddialarına yoğunlaşmışken, ana-babalar domuz gribi endişesine kafa yorarken... Kaşla göz arasında, TBMM’yi bypass ederek, şak diye yönetmelik çıkardılar... Ve, “genetiği değiştirilmiş organizma”ların ithalatını serbest bıraktılar.


*Hangi millet istiyor bunu?

*Her numaraya “Milletim öyle istiyor” diyorsunuz da... Mesela, genetiği değiştirilmiş domates istiyorum diyen Kürt var mı Türkiye’de? Genetiği değiştirilmiş çikolata istiyorum diyen Laz? Çocuğuma genetiği değiştirilmiş patates cipsi yedirmek istiyorum diyen Türk var mı aramızda? Kim istiyor bu işi kardeşim? Kim?

*Genetiği değiştirilmiş organizma, eğer angutsan, entel bi sıfat gibi geliyor kulağa, bilimsel gibi duruyor... Aslında “frankeştayn gıda” onların adı!

*Çünkü, normal yollardan insan evladı doğurmak varken; birinin kulağını birinin kafasına, birinin burnunu öbürünün suratına takmak gibi bi şey...

*Kabaca anlatırsak, dayanıklı olsun diye balık genini domatese, bakteriyi patatese monte ediyorlar... Sonradan tonla para verip ilaçlama yapılacağına, haşere ilacını daha tohumundan mısır genine kakalıyorlar. Sinek yuttuğu için böcek ilacı içen süper zekâ vatandaşımız gibi yani... Sevgili halkımız, adında domuz var diye, domuz gribi aşısı caiz mi diye soruyor ama, belki domuz genini soya fasulyesinde yiyor, haberi yok...

*Peki, niye yapıyorlar bunu? “Açlığı önlemek için” diyorlar... İnsanoğluna gıda yetişmiyormuş, böylece verimi arttırıyorlarmış... Raf ömrünü uzatıyorlarmış.

*İyi de birader... Buğday mı yetişmiyor bu ülkede? Pancar mı eksik? Pirinç mi yok? Yanlışlıkla elinden düşürsen, fışkırmıyor mu topraktan? Şapşal politikalar yüzünden, fazla geldiği için, para etmediği için, mahsulümüzü yakarken, derelere dökerken, hangi açlık?

*Allah’ın bu millete lüftu Anadolu’da, şu ürün yetişmiyor, o yüzden genetiği değiştirilmiş organizmaya ihtiyaç var, denebilir mi, utanmadan?

*Üstelik, sadece sebze-meyve değil hadise... O sebze-meyvelerle yapılan, bin küsur üründe var bu genetiği değiştirilmiş organizma... Çikolatadan cipse, meşrubattan ketçapa... Şeker ayaklarıyla, baklavada bile kullanıyorlar. .. Bebek mamasında var!

*Yersen ne oluyor? Avrupa’da resmen kanıtladılar; bağışıklık sistemini çökertiyor, kansere yol açıyor, kan yapısını bozuyor, sindirim sistemini harap ediyor, karaciğeri haşat ediyor, erken doğuma-kısırlığa sebep oluyor... Antibiyotik şırınga ettikleri için, farkında olmadan bağışıklık kazanıyorsun, hastalandığında antibiyotik alıyorsun, havagazı.

*İsviçre sokmuyor, Yunanistan sokmuyor, o beğenmediğin Sarkozy “Bunları Fransa’ya sokanı oyarım” diye yasa çıkardı... Burası dingonun ahırı mı?

*Aman yemeyelim dersen, nasıl yemeyeceksin? Nasıl ayırt edeceksin? Koklasan aynı, ellesen aynı, tatsan aynı, laboratuvara götürüp analiz ettirecek değilsin... Nereden anlayabilirsin? Etiketinden. .. Etiketin üzerinde “Bu üründe genetiği değiştirilmiş organizma var” yazmalı ki, bakıp anlayabilesin, di mi? Şimdi sıkı durun...

*Bunların memlekete girişine izin veren yönetmelik diyor ki, “Etiketlere genetiği değiştirilmiş organizma içermez yazılamaz!”

*Efendim? Yazılamaz!

*“İsteyen yemesin, baksın etikete görsün” diyeceklerine. .. “Etikete baksın, görmesin” diyorlar! İlla yedirecek.

*Tekrar soruyorum: Her numaraya “Milletim öyle istiyor” diyorsunuz da, bu açılımı hangi millet istiyor? Türk mü, Kürt mü, Rum mu, Ermeni mi, Laz mı? Bunu bu millete niye yapıyorsunuz?


YILMAZ ÖZDİL

26 Ekim 2009

Yeni bir...


Yeni doğan güneş yeni haberlere gebeymiş meğer...

Hiç planlamadan da gebe kalınıp, yıllardır planlanıyormuşcasına sevinilebiliyormuş minik test cihazındaki ikinci pembe çizgiye..

Evet evet evet.... Hamileyim.. İçimde yeni bir can, yeni bir merak, yeni bir heyecan, aklımda binlerce soru işareti ile bugün itibariyle 5 hafta+2 lik bir hamileyim yine yeni yeniden..

Sağlıkla kavuşmayı diliyoruz yeni güzelliğe ve gün sayamaya başlıyoruz artık..

23 Ekim 2009

Pekmezli - havuçlu - şekersiz kek...


Emre kuşuma dışarıda yapılmış şeker içerekn gıdalar almadığım gibi evde yaptıklarımdan da vermiyorum. Ama şeker yerine pekmezle tatlandırılmış bu kek çok lezzetli oluyor ve Emre de çok seviyor bunu..

Tarif Oktay Usta'ya ait.

Detaylar şöyle :

4 yumurta
1 su b. pekmez
2 havuç
1 çay b. ceviz
1 tatlı k. tarçın
1 tatlı k. yenibahar(ben kullanmadım bunu)
1 p. kabartma tozu (kabartma tozunda katkı maddesi vardır diye karbonat kullandım)
alabildiği kadar tam buğday unu.

Hazırlanışı :
Karıştırma kabına 4 adet yumurtayı kırın ve karıştırın. Üzerine rendelenmiş havucu ekleyin. 1 su bardağı pekmezi ilave edin.Üzerine kırılmış cevizi ilave edin. Üzerine alabildiği kadar un ilave edin. Üzerine 1 tatlı kaşığı tarçın ve yeni bahar ilave edin. Kek kalıbını margarin ile yağlayın ve içine ceviz serpin. Kek kalıbına harcı boşaltın.Önceden ısıtılmış 170 derecelik fırında pişirin.

Ben kek kalıbında değil de küçük boy yuvarlak borcamda pişirdim ve margarin ile değil zeytinyağı ile yağladım..

Emre ne yapıyor?


Soru : Emre ne yapıyor?
Cevap : Annesinin yaptığı pancar turşusunun tadına bakıyor...

22 Ekim 2009

Emre 19 aylık...

Emre kuzum 1,5 yaşını geçeli 1 ay oldu bile...
Çok hızlı büyüyor sanki..
Günler günleri kovalarken, büyüsün diye gözünün içine bakarken, yaşını ikiye dayıyor oğlum sessizce..
Kendisi büyürken bizi de büyütüyor oğlum.. Farkında olamadan geçip gidiyor günler..
Öğrendik artık o uyursa dinlendiğimizi, o yerse doyduğumuzu, o gülerse mutlu olabildiğimizi...
İyi varsın kınalı kuzum benim...
Bebekler anne-babalrını seçerlermiş ya..
İyi ki bizi seçtin, iyi ki geldin...
Seni çokkkk seviyorum birtanecim, cennet kokulu yavrum benim.

13 Ekim 2009

Diyet Aldatmacası...


Diyet ve benzeri oluşumlar Türk delikanlıları güçten düşürmek ve Türk tebaasının devamını engellemek için dış mihraklar tarafından çıkarılmış bilinçli bir düzmecedir.
.
Amaç eskiden bir koyunu bir oturuşta götüren dev gibi babayiğit atalarımızı ve tarlada doğum yaptıktan sonra bebeğini kundaklayıp elde orak çalışmaya devam eden büyük Türk kadınlarını; kalori sayan, grip olunca yatağa düşen, fitness ve aerobik yapan çıt kırıldım tiplere dönüştürmek ve Büyük Türk ırkını Japonlar gibi sıska zayıf ve sağlıksız bir ırk haline getirmektir.
.
İktiza ettiğinde 240 kiloluk top mermisini tek başına namluya süren bir Türk babayiğidini pazar arabası ile pazara çıkmaya muhtaç duruma düşürülmesinden daha soykırım ne olabilir arkadaşlar ?
.
Annemin anlattığı vita yağı dönemleri ve hatta dedemin anlattığı iç ve kuyruk yağı dönemlerinde kalp hastalığı var mıydı? Vardıysa neredeydi? sorarım size. Kolesterol çokluğu bir hastalık değil sadece ölçüyü kaçırdığınızın bir göstergesi olup 2 şişe soda ile oranı düşürülmesi mümkün bir basit durumdur.

Aziz Türk milletinin evlatları gelin bu oyuna düşmeyelim kalori diyet gibi tuzaklara kapılmayalım.
Can boğazdan gelir!
Gürbüz insan güzel insandır!
İştahlı insan sağlıklı insandır!
Soya fasulyesi et yerine geçemez!

Hindi etinin neyime derman olduğu belli değildir! Hindi ne tavuk ne de et yerine geçer adı hindidir hindi sevenler tarafından tüketilmeli yeni çağın mucizesi olarak yutturulmamalıdır.
.
Feminizm ve eşitlik adı altında değerli Türk kızlarının aklı çelinmekte, yemek yapmayı bilmeyen, yeni nesli abuk sabuk yiyeceklerle yetiştirecek, beceriksiz, uyumsuz, damak zevki gelişmemiş sunta kılıklı diyet bisküviyi yiyecek sanan, et yemeyen, geleneksel mutfağına bağlı kebap perver kişileri hanzo yada kıro gibi gören, sinirli ve bir deri bir kemik bir güruha dönüştürmekte az önce belirttiğim gibi Gelecek Büyük Genç Türk neslinden korkan dış mihrakların bir oyunudur.
.
Bir yeni çağ yalanı da Çin mutfağıdır. Aslında Çin mutfağı yada Çin yemeği diye bir şey yoktur onların olayı bahçede buldukları her türlü malzemeyi bir demir leğene doldurup (wog) diğer Çinliler mevzua uyanmadan acele pişirip (her şey az pişmiş) karnını doyurmaktan ibarettir. Bu kardeşlerin sayısı milyarlar ile ifade edildiğinden bizdeki gibi ortadaki tencereye kaşık sallama durumlarında masadakilerin yarısı aç kalmakta ve dolayısı ile tok açın halinden anlamamakta fakat kung-fu marifeti ile bir araba sopa yemekteydiler. Sonunda uyanık bir Çinli bu durumda çözüm olarak çubukla yemek tekniğini bulup masada bulunan herkesin tencerenin dibi görünmeden bir kaç lokma alabilmesini sağlamış ama sonuçta bu günkü cüce asabi ve kıl Çinliler ortaya çıkmıştır.Kahrolsun doymamış yağ oranları!
.
Kahrolsun şekersiz yiyecek içecekler!
.
Kepek ve lif insan değil hayvan gıdasıdır! (sıkıysa köyden gelen akrabanıza avakadolu hindi salatası ve yanında kepek ekmeği ve light kola ile ağırlayın bir dahaki kurban bayramı tavrını gözlemleyin.)
.
Her daim yaşasın geleneksel Türk ve Osmanlı mutfağı der; Bol salçalı yağlı ve hamur işli öğünler dilerim.
.
Yaşamınız fırından çıkmış bol fıstıklı ve peynirli künefe tadında geçsin.
.
Hamiş : Mailime gelen, kimin olduğunu bilmediğim bir yazıdır. Paylaşmak istedim.

Biz eskiden...

Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hala hiçbir şeyde bulamıyorum.
.
Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hala gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO'larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuztaş, misket, kukalı saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi değildi.
.
İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı. Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. "Sokağa Çıkmak" diye bir deyim vardı.
.
Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adi Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana "Yarın seni de bindireceğim" diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte.
.
Diyarbakırlı Kürt bir Karpuzcumuz vardı . Salı Cuma karpuz, kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu.
.
Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler -ki kalemtıraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası onu kalem açma kuyruklarını unutan var mı?
.
Plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe gecen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kâbusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.
.
Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı.
.
O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor. Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları. Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabuğu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar. .

O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkâna rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçurtmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar.
.
Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kâğıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kâğıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor.
.
Hiç dut silkelemediler bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine.
.
Mutlular mı?
.
Umarım öyleler.
.
Peki, çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı?
.
Umarım ...
.
Hamiş : Mailime gelen, kimin olduğunu bilmediğim bir yazıdır. Paylaşmak istedim.

08 Ekim 2009

Palovit Vadisi Duyarlılık Platformu...


PALOVİT VADİSİNE DOKUNMA!
.
Kaçkar Dağları ekosistemi içinde çok önemli bir yere sahip yaylalara gelişigüzel açılan yol çalışmaları, mahkeme kararlarına rağmen devam ediyor. Geçtiğimiz yıl Pokut ve Hazindağ yaylaları arasında yapılmak istenen yola dava açılıp, Trabzon Bölge İdare Mahkemesi “yürütmeyi durdurma” kararı vermesine rağmen, yola devam edilmişti. Bu yolla ilgili tartışmalar sürerken önümüzdeki yıl da aynı yolun, bu kez Doğu Karadeniz’in 100 yıllık kesme taş evleriyle ünlü en yüksek yaylası Samistal’a ve oradan da Kaçkarlar’a kuzeyden çıkış noktası Yukarı Kavrun yaylasına devam ettirilmek istendiğini ve bunun da programa alındığını öğrendik. Şimdi de Amlakit yaylasına kısa sürede ulaşmak adına Palovit Vadisi ‘ne dozerler girmiş bulunuyor.
.
Başka Fırtına Yok! Dünya koruyor biz kesiyoruz.
.
Fırtına Vadisi, Fırtına Deresi’nin, Karadeniz kıyı çizgisinden başlayıp iç kısımlara doğru birden çok kola ayrılarak (Durak, Hemşin, Hala, Palovit, Elevit ve Tunca dereleri) Kaçkar Dağları’nın kuzey yamaçlarına kadar uzanmasıyla oluşuyor. Bölgede, alüviyal akarsu ormanları (kızılağaç), geniş yapraklı ılıman ormanlar (doğu kayını), iğne yapraklı doğu ladini ormanları, yapraklı ve karışık ormanlar, geniş alpin çayırlıklar ve kayalık habitatlar, nadir şimşir ormanları gibi Doğu Karadeniz’e özgü bütün habitatları burada bulmak mümkün. Bu değerlerinden ötürü, Fırtına Vadisi ormanları, dünyada korumada öncelikli yüz alandan biri. Ayrıca bölge doğal sit alanı yani dokunulmaz, yapılaşma olamaz, inşaat yapılamaz, yol yapılamaz. Diğer ülkeler doğal alanlarını artırarak ve ekolojik politikalar üreterek sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken her nedense ülkemizde yeşili “yok etmek” için özel bir çaba sarf edilmesine anlam veremiyoruz.
.
Deniz alası için, boz ayı için, yaşlı dev ağaçlar için
.
Fırtına vadisi öyle bir biyolojik çeşitliliğe sahip ki Kaçkar Dağları ile birlikte 537 odunsu bitki, 136 kuş, 30 memeli, 21 sürüngen ve 116 endemik bitki türüne ev sahipliği yapıyor. Fırtına, Hemşin ve Çağlayan dereleri, her yıl Karadeniz’den iç kısımlara göç ederek yumurtadan çıktıkları yere kadar yüzüp burada yumurtlayan dünyadaki tek denizalalarının da yuvası. Fırtına ve Palovit vadileri, içerdikleri doğal yaşlı ormanlarla, hem bölgenin, hem de ülkenin en bozulmamış birkaç orman ekosistemi arasında değerlendiriliyor. Palovit Vadisi kendine özgü endemik bitki çeşitliliğinin yanı sıra barındırdığı hayvan türleriyle de doğa koruma açısından büyük önem taşıyor. Türkiye’de en yoğun bozayı popülasyonun bulunduğu bölgelerden biri olan alanda, yaban domuzu, çengel boynuzlu dağ keçisi, yaban keçisi, kurt, tilki, çakal, yaban kedisi, vaşak, karaca ve porsuklar yaşıyor.
.
İş işten geçmeden! Vadi bütünüyle korunmalı
.
Tüm bölge aslında birçok kanunla korunuyor; Bern sözleşmesine taraf olan Türkiye bölgeyi koruma altına alacağını çok önceden taahhüt etmiş durumda. Ayrıca Türkiye yine imzaladığı AB katılım çerçevesinde; “Avrupa’nın yaban hayatı ve doğal yaşama ortamlarının korunması” sözleşmesi ile endemik ve doğal yaşamı korumakla yükümlü. Kendi kanunlarımızla doğal kültür turizm ve arlıkları açısından bölge birinci derece doğal sit alanı ilan edilmiş durumda.
.
Tüm bunlara rağmen hangi kanuna dayanarak ve hangi inisiyatifle bilinmez; halen ısrarla kepçeler bu doğal vadiyi mahvetmek için çalışıyor. Açılan davalara rağmen doğa rant uğruna kurban ediliyor. İmzalanan anlaşmaları görmezden gelen, uluslararası sözleşmelere yokmuş gibi davrananlar, ihale alamayan yandaş müteahhitlere doğayı peşkeş çekenler, şark kurnazlığı ile aradan sıvışıp yol alacaklarını zannediyorlar.
.
Türkiye’nin yağmur ormanlarını kestirme!
.
Fırtına Vadisi başta hidroelektrik santraller olmak üzere, yol inşaatları, turizm ve çarpık yapılaşma, taş ocaklarının tehdidi altında. Bir de bunlara yaylaların birbirine bağlanması projeleri eklenince kirlenme kaçınılmaz oluyor. Fırtına Vadisi boyunca yer alan şimşir ormanları, dev yaşlı ormanlar yasa dışı kesimler nedeniyle azalıyor. Türkiye’nin yağmur ormanları planlı olarak yok ediliyor.
.
Bu nedenlerle hem yol isteyen yöre sakinlerinin hem de yaylaları birbirine bağlayıp jeep-safari turizmi yapmak isteyenlerin ve ilgili devlet yetkililerinin yapacakları bu katliamı görmeleri gerekiyor. İş işten geçmeden!
.
Biz aşağıda imzası olanlar yapılan bu katliam için sesimizi duyurmak, bugüne kadar tüm projelere kayıtsız kalan politikaları protesto etmek ve “Palovit vadisine dokunma” demek için kamuoyunu göreve çağırıyoruz. Lütfen destek vermek için TIKLAYINIZ...

07 Ekim 2009

Cici kitaplarım...

Elif Şafak'ın AŞK'ından sonra okunması gereken bir kitap bence:-) Henüz başlamadım.

Tracy Hogg'un ünlü kitabını Yapıncak çevirmiş... Okumaya başladım..

Montessori yöntemiyle ilgileniyorum, uygulamaya çalışıyorum Emre ile.. Bu kitap da çok güzel özetlenmiş, resimlerle örneklenmiş konular. Şöyle bir göz gezdirdim sadece...


05 Ekim 2009

Bugün...


Bugün hayatımda aldığım en doğru, en isabetli, en romantik kararı alalı, O.na EVET diyeli tam 7 yıl oldu.. Birlikte geçirdiğimiz bu 7 yıl içinde hiç pişmanlık duymadıysam, bu; dünyanın en tatlı, en yakışıklı, en anlayışlı, en sabırlı, en çalışkan, en düzgün adamıyla evlendiğim içindir.. Bu konuıda ne kadar şanslı olduğumu anlatamam hiçbirşekilde tam olarak..

İyi ki varsın aşkım, iyi ki kocamsın, iyi ki oğlumun babasısın, herşeyimsin..


02 Ekim 2009

Bunları aldım çokkk memnunum...




Evdeki elektrikli süpürgemiz çektiği tozları arkadan üflemeye başlayınca değiştirme vakti geldi dedik.. Bunu aldık, süper çekiyor, üstelik de çevreci...





Temizliğe gelen yardımcımız tarafından iki kez yere düşürüldüğü için içine su koymamıza itiraz eden eski ütümüzü değiştirdik sonunda.. Tefalin bu modelini aldım ve daha önce hiç buharlı ütü kullanmamışım diyorum. O kadar verimli ve kolay hale geldi ütü işi benim için.. Harcadığınız zaman kesinlikle yarıya iniyor.
Aldım, kullandım, tavsiye ediyorum....

25 Eylül 2009

Sandık lekesi...


Anneannem ile dedem, dedemin kızkardeşi Refika hala ile birlikte yaşarlardı. Tüm ailenin halasıydı Refika hala.. Herkes hala derdi ona... Hiç evlenmemişti.. Çocukları çok severdi, çocuklar da onu tabi... Kısa boylu, gururlu, mağrur... Tırnakları bakımlı, saçları boyalıydı hep. Renklerden sarıyı severdi.. Bize hep annemizi üzmememizi öğütlerdi...


Önce anneannem, sonra dedem, yıllar sonra da Refika hala vefat ettiler. Evi kapatmaya karar veren dayımlar, yengemler ve annem birgün toplanıp o eve gittiler.. Hatıra olarak istedikleri birkaç eşyayı seçip gerisini satıp, evi de elden çıkaracaklardı.


Refika halanın çeyiz sandığının, dayımların her ikisinin de ikişer oğlu olduğu için sanırım, bana ve kızkardeşime verilmesini arzu etmişler... Hiç unutmam, o sandık evimize geldiğinde annemle ben boşaltmıştık.. Bir çeyiz sandığından ne çıkar? Yılların etkisiyle sararmış, sandık lekesi olmuş çeyizler. Hepsini boşaltınca sandığın en dibinde bir paket bulmuştum ufacık.. Kırmızı kağıt ile kaplanmış bir bohçacık gibiydi.. Yumuşacıktı... Önce anlamamıştım ne olduğunu.. Sonra ucunu yırtınca içinden ansızın dağılıveren rengarenk konfetiler şaşırtmıştı hepimizi... Belki de kendi düğününde kullanılmak üzere alınmış, ama kullanmak nasip olmamıştı hiç Refika hala'ya bu konfetileri...
.
Annemle karşılıklı olarak gözyaşı dökmüştük... Gidene mi yoksa gidenin kaderine mi olduğunu bilemediğimiz gözyaşlarıydı onlar...
.
Şimdi nereden çıktı bu hatıra diyeceksiniz.. Olmadık işler peşinde yi okuyordum, eskilere gide gide bu yazısını buldum... Onun Anne evi bana anneanne evimi hatırlattı.. Hatırladıkça da paylaşayım dedim..

Yoldaki güzelliğin rengi bu sefer pembe...


Yok yok ben değilim hamile olan.. Kanada daki can dostum Safiye hamile.. Aralık başı gibi beklenen bir doğum heyecanımız var.. Cinsiyetini ancak gösteren nazlı mı nazlı bir de pempiş güzelimiz...


Hayat ne garip, daha 1 hafta önce bir önceki yazımda Dila bebeğe veda etmiştik, şimdi başka bir güzelliğe hazırlanıyoruz..


Adı henüz belli olamayan bu pempiş güzelliği dört gözle bekliyoruz, annesine ve babasına çokkkk büyük mutluluklar getireceğine inanıyoruz, sağlıkla ve hayırlısıyla dünyaya gelmesi için de dua ediyoruz...
.

Ah Safiye'cim, çokk uzaklardasın ama kalbimiz ve dualarımız sizinle olacak inan. Doğum nasıl geçerse geçsin, onun bir nefesiyle yeniden doğacak, bir bakışıyla yeniden hayat bulacaksın inan.. Tarif edilemez o ilk karşılaşmada yanınızda olabilmeyi, şeker kızın cennet kokusunu içimize çekebilmeyi çok isterdik aslında.. Ama yaşamak işte böyle birşey.. Bir varsın bir yoksun, yanımda olamasan da hep aklımdasın:-)))
.


Ve yoldaki güzellik bu laflarım da sana : Kalabalık bir aileye, gürültülü bir ortama geliyorsun.. Kimler yokki seni bekleyen ? Yağız, Yağmur, Emre... Hepsi seni bekliyorlar gelecek sene Eylül'de çekilecek büyük aile fotoğrafı için... Gel sağlıkla, sıhhatle, anneni çok yormadan gel... Gel de bu dünya da kan bağından daha güçlü ve sağlam bağlar olduğunu öğretelim sana, dostluğun gücünü anlatalım annenle beraber siz küçük kuzularımıza....


El bebek, gül bebek, gel bebek gel.....

16 Eylül 2009

Mucize... gerçekleşemedi malesef...

Günlerdir okumamak, yazmamak için direniyorum, o sahneyi hayal etmek bile nefesimi kesiyor.. Yüreğim burkuluyor, beynim dumanlanıyor resmen..

"2010'a 1 kala", "kültür başkenti İstanbul'da" sel felaketi can almış, onlarca can erkenden ecele karışmış..


"Alt yapıya yatırım yapmak yerine vergilerimizi lalelere, gösterişe, yandaşlarına, kendi ceplerine yatıranlar; Allah belanızı versin, bu çocuğun ve sele kapılıp ölen onca kişinin vebali boynunuza. Lanet ediyorum size. Kendi pisliğinizde boğulursunuz umarım. " demiş Umutlu Sugibi..


Yazdığı her harfe katılıyorum...


Allahım ne olsun bir mucize gerçekleşsin, bulunsun Dila... Sağ salim, birdenbire..


Ateş düştüğü yeri yakarmış derler ama ben böyle hisssediyorsam, ailesi nasıldır acaba? Nasıl bir ateştir bu... Ve bu ateş ne zaman sorumluluların başını yakacak benim ülkemde???
___________________________________
Kahrolası bir düzeltme : Malesef Dila kızın cansız bedeni bulundu dün gece.. Hem de taaaa Bursa açıklarında... Marmara denizinde 83 km. sürüklenmiş yavrucak.. Duyunca kendi kuzuma sarılıp ağladım.. Yoktur herhalde böyle bir acının tarifi.. Allah ailesine sabır versin, Dila'cık zaten kanatlandı melek oldu.. ve bu felaketten sorumlu olanlar, Allah hepinizin belasını versin...

13 Eylül 2009

Yorgunum...

Cuma akşamından beri o kadar yoğun bir koşuşturma içindeydim ki, yorgunluktan bitmiş vaziyetteyim.. Yarın ofiste yukarıdaki şekilde "dinlenmeyi" hayal ediyorum...

04 Eylül 2009

Elimi sen tutar mısın?

Onlar küçümen yaşlarında kanser gibi bir canavarla savaşmak zorunda kalan minikler ve aileleri için umut oluyorlar.. Yukarıdaki videoyu yayınlamak için dünyanın parasını isteyen açgözlü tv kanallarına inat, bu yazıyı okuyan tüm blogcu dostların bloglarında yer vermelerini rica ediyorum bu konuya... Lösev e buradan da ulaşabilir, elimizden gelen yardımı yapabiliriz...

26 Ağustos 2009

GUNAH CIKARTMAM LAZIM...

Bu sabah saat 05:30 da uyanan ve inatla tekrar uyumayan oğluşumla oynarken eline verdiğim kitabının sayfasını cartttttt diye yırtmasına engel olamadım. Daha önce de birkaç kez yapmıştı bunu ve hep konuşmuştum onunla..

Bu sabah bilmiyorum belki uykusuzluğun da vermiş olduğu gerginlikle sert bir şekilde kitaplarına iyi davranması gerektiğini söyledim ve ceza olarak götürüep yatağına bırakıp, odadan çıktım.. Emre paşam henüz 17 aylık, ceza konusunda acele mi ettim bilmiyorum ama 1 dakika kadar sonra ağlama sesleri gelmeye başladı, gittim baktım ki sadece numara yapıyor ve beni görür görmez gülmeye başladı.. Yeniden çıktım odadan, yine ağlama sesleri geldi, yine gittim odasına.. Baktım ki bu kez gerçekten ağlıyor ve yanağının yanından bir damla gözyaşı aşağıya doğru süzülüyor..

Aldım hemen yerinden kucağıma, babacık da zaten işe gidiyordu, aldı kucağına kuzuyu ve babaanneye götürdü.. Giderken Emrenin bir bakışı vardı ki bana, sanki küsmüş gibi.. Baybay da demedi eliyle..

İçime düştü bir kurt... Küstürmüştüm sanki kuzumu.. Hani derler ya b urnumun direği sızladı diye, işte aynen o şekildeydim... Duş aldım, giyindim, çıktım evden.. Önce babaanneye gittim, evde yoklardı, parkta olduklarını tahmin ettim. Koşarak gittim kuzunun yanına ve salya sümük hem özür diledim, hem de öptüm oğluşumu bolbol..

Babaanne şaşkın tabi... Ben ağlak.. Kuzucuk kucağımda...

Of ki offfffff... Zor zenaatmış anne olmak...

KISLIK SEBZELERIM...

Tekirdağ'a bağlı Kozyörük kasabasındaki akrabalarımızı ziyaret ettik tatil dönüşü.. Ayrılacağımız gün ekip diktikleri bahçelerine gittik..

Muhteşem birşey bence kendi sebzeni meyveyi yetiştirmek ve tabiki hasatını yapmak...


Bahçeden topladığım domatesler... İki koli domates getirdik İstanbula...

Bahçe patlıcanlarım. Bunları da ocakta közledim, kabuklarını soyup doğradım ve buzdolabı poşetleriyle derin dondurucuma attım bile...


Domatesleri kabuklarıyla rondodan geçirip, az yağ ve tuz ilavesiyle 1 saat kadar kısık ateşte pişirdim.



Pişirdiğim domates sosunu kapaklarını yenilediğim kavanozlara doldurup, ters çevirdim, 2 gün hiç kıpırdatmadan beklettim.

Çanakkaleden yol üstünde bir köylü amcadan satın aldığım pembe domatesler... Çekirdeklerini ayırdım ve kuruttum bile.. Mart gibi benim de bir PDA hikayem ve pembelerim olacak inşallah...







25 Ağustos 2009

DONDURMA CANAVARI



Emre'ye şekerli ve özellikle de hazır gıda vermeyen anne-babası olarak biz, tatilde dayanamadık ve azıcık dondurma yalamasına müsaade ettik.. O kadar çok sevdi ki şimdi eliyle pencereden dışarıyı gösterip, diliyle bir dondurma yemeyi (daha doğrusu yalamayı) taklit edişi varki görmeye değer doğrusu:-)))

24 Ağustos 2009

Tatil'2009

Bu yıl tatile gidip gidemeyeceğimiz hep eşimin iş yoğunluğuna bağlıydı.. Feci yoğun bir proje döneminden sonra 10-17 ağustos haftasında izne çıkabildik sonunda..

Assos'a gittik.. Kadırga Koyundaki şu otelde kaldık. Tahminimizin çok üzerinde rahat ettik.. Mavi bayraklı koyda deniz biraz soğuk ama süperdi.. Yemekler gerçekten çok lezizdi.. Son derece sessiz, sakin, huzurlu bir seçimdi.. Gitmek isteyenlere Assos un içinde değil Kadırga koyunda kalmalarını tavsiye ederim.

Bu tatilin bir özelliği de kuzucukla ilk tatilimiz olması idi.. Geçen sene çok küçük olduğundan gitmemiştik biryere.. Kuzum çok eğlendi, çok koşturdu bizi peşinden.. Pek çok ilk yaşadı ve yaşattı:-)))

Emre Paşam ilk kez :
Tatil planlarımıza dahil oldu..
Bizim eşyalarımızdan çok daha fazla eşya ve oyuncakla valizlerimizi ve arabayı işgal etti..
Uzun sayılabilecek bir araba yolculuğu yaptı..
Denize girdi...
Kumsalda oynadı..
Broznlaştı..
Soğuk su ile kumsalda duş aldı..
Sebze çorbaları vs ile değil sadece bizim yediğimiz yemeklerle karnını doyurdu..
Otelde kaldı..
Dondurma yedi..
Yakından kedi ve köpek ile ilgilendi..
Tavuk, horoz, civciv, inek gördü..
Traktör gördü ve traktöre bindi...

Genel olarak bakarsak fiziksel olarak çok ama çok yorulduğumuz, ama beyinsel olarak çok dinlendirici bir tatil geçirdik.. Darısı nice senelere...
Tatil kuzusu:-)

Sahil kuzusu :-)



Çıplak çimen kuzusu :-)



İnatla yüzünü güneşe dönen kuzu :-)


Denizden çıkıp, duş almış kuzu :-)


Küçükkuyu yolu :-)


Küçükkuyu'da balık keyfi zeytinyağı tadımı ile başlar :-)


Baba-oğul sefası :-)


Yüzü gözü kremli kuzu:-)

Her fırsatta koşar adım denize doğru kaçan kuzu :-)