28 Aralık 2007

İyi seneler...


2008 yılına ait dileklerim var benim de herkes gibi...
Ülkemiz ve tüm dünya için daha çok barış, daha çok hoşgörü ve daha çok sevgi...
Kendim, ailem ve tüm sevdiklerim için daha sağlıklı, daha başarılı, daha coşkulu günler ve tabiki oğlum için de güneşli bir ilkbahar sabahı başlayacağı bu adına hayat dene uzun yolda evrenin tüm iyiliklerini ve güzelliklerini diliyorum..
Herkesin yeni yılını kutlar, tüm isteklerinin gerçekleşmesini dilerim.
En içten sevgilerimi kabul edin lütfen...
..Filiz..

27 Aralık 2007

Bir iyi, bir kötü haber...

Yine uzun bir ara verdim yazmaya, ama mazeretim var, hastayım ben. Bayramda Figen ve Yağız’cım hastalardı.. Figen ayakta durmaya çalışıyordu, hem de doğumuna sadece 3 hafta kaldığı halde.. Yağız da çok yoruyor tabi onu.. Doktoru doğum için 11 Ocak 2008’e kadar dayanın demiş.. İnşallah…

Hele Yağız’ımın hasta hali çok acıklıydı.. Her görüşmemizde hepimize ayrı ayrı sarılıp öpüşen miniğim zaten bayramın 2. günü yataktan çıkmak istememiş.. Annesi biz gidiyoruz deyince de “Siz gidin, ben arkanızdan gelirim” demiş.. Ne var canım koskoca 4,5 yaşında çocuk, atlar bir taksiye gelir değil mi ama Alibeyköy’den Mecidiyeköy’e?

Neyse annemlere geldiler kavga dövüş.. İçeri girer girmez yatak odasına gitti bir hışımla, kimseyle selamlaşma yok hatta bakınca ağlıyor, bana bakmasınlar diye.. Suratı hastalıktan bir karış kalmış, dudaklar kıpkırmızı, önceki günkü ateşten çatlamış falan.. Tam yemelikti o dudaklar ama yanaşmadık yanına, zaman geçtikçe kendisi geldi salona, biraz muhabbet falan ettik.

Bana hastalık onlardan mı geçti bilemem, ama fena geçti.. Cumartesi halsizdim, Pazar günü ise hasta.. Pazartesi işe geldim ama tatsız.. Sesim hiç çıkmıyor.. Akşam doğru çatal çatal açıldı biraz. Salı-Çarşamba ise evde idim, yattım iki gün.. Ateş, halsizlik, ses kısıklığı, boğaz ağrısı, burun tıkanıklığı ne ararsanız var.. Şimdi ofisteyim geldim ama iyi değilim.. İş güç birikmiş..

Doktoru aramadım bile çünkü arasam Minoset falan al diyecek, almak istemiyorum.. Bu nedenle greyfurt-portakal-limon suyu şeklinde vitamin kürleri uyguluyorum ama ne boğazımın ağrısı, ne halsizlik ne de ateş için çare olamıyor.. Bakalım Cuma gününe kadar daha iyi hissetmezsem mecburen arayacağım doktorumu..

Bu arada bu haftanın en güzel gelişmesi ise minik oğlumla ilgili olanıydı tabiî ki.. 23. haftadayız ve oğlum Pazartesi gününden beri varlığını hissettiyor annesine.. (Ben annesiyim değil mi? Böyle düşününce bile insanın burnunun direği sızlar mı? Gözleri dolar mı hemencecik ? )

Pazartesi akşam üzere 17:25 falandı. Servise yetişmek için masamı topluyordum ki göbeğimin sağ tarafında iki minik pıt pıt hareketini hissediverdim. Dondum kaldım.. Ayağa kalktım, elimi koydum karnıma, bekledim tekrarlar mı diye ama ıhhh ıhhhh.. Tık yok.. Sonra Salı ve Çarşamba günleri de evde hasta yatarken yine pıt pıt… Allahım ne heyecan ne heyecan bende.. Oğlum artık güçlendi de annesine “ben buradayım” diyor.. Çok şükür..

14 Aralık 2007

İyi Bayramlar...


Bugün tatile giriyorum ben. Hem de tam 9 günlük.. Bizim fabrikanın tatilde yapması gereken teknik bakım olayları nedeniyle uzunnnn bir tatil beni ve tabi ki oğluma bekliyor..

Cumartesi oğluma mobilya bakacağız, Pazar günü Deniz'in 2. yaş günü partisine gideceğiz. Pazartesi ve Salı Yağız'ımla birlikte olacağım.. Sonrası malum.. Bayramlaşmalar... Gezmeler, tozmalar...

Muhtemelen bu süre içinde bloğumu güncellemeyeceğim, ama dönüşte bol resimle paylaşabiliriz yaşadıklarımızı..

Bu nedenle bu günden Kurban bayramını kutluyorum herkesin. Sevdiklerimizle, sağlıkla, huzurla nice bayramlara erişelim inşallah.. El öpelim, gerekirse özür dileyelim, sevelim, sevilelim yani...

Sevgilerimle...

10 Aralık 2007

Beslenme sorunsalı


Son zamanlarda beslenme tarzım sadece ve sadece vicdan azabı yoluyla gıda alma şekline dönüştü.. Hamile bayanların günde 1200 ml. Kalsiyum almaları gerekliliği nedeniyle yediğim içtiğim her şey vicdani boyutlarda artık.

Şöyle ki, gün içinde tükettiğim / tüketmem gereken gıda maddelerini alt alta yazınca şöyle kallavi bir liste çıkıyor ortaya :

* En az 2,5 litre su (Malum hamileler için su içmek çok hayati)

* 0,5 litre süt (Günlük kalori ihtiyacının yarısını karşılıyor ancak.. Üstelik ben sütten nefret ederim, hala içerken midem altüst oluyor.)

* Sabah kahvaltıda 4 zeytin, 2 kibrit kutusu kadar beyaz peynir, 2 dilim kepekli ekmek, 1 kupa açık çay ya da 1 kupa Lipton Erik-tarçın çayı. (Beyaz peynir, günlük kalsiyum ihtiyacını karşılamaya yardımcı)

* Kuşluk vakti 1 porsiyon mevya (Vitamin de almak lazım)

* Öğle yemeğinde 1 kase çorba, 1 tabak sebze yemeği ya da 1 porsiyon et/balık (şu ara tavuk yiyemiyorum), bol salata, 2 dilim kepekli ekmek, 1 kutu ayran (Ayran yine günlük kalsiyum ihtiyacını karşılamaya yardımcı)

* Akşam üzeri öğünü 1 : 1 kase yoğurt ya da 1 büyük ayran (günlük kalsiyum ihtiyacını karşılamaya yardımcı)

* Akşam üzeri öğünü 2 : 1 porsiyon meyva (Vitamin desteğine devam)

* Akşam yemeği : 1 kase çorba, 1 tabak sebze yemeği ya da 1 porsiyon et/balık (şu ara tavuk yiyemiyorum), bol salata, 1 kase yoğurt. (Ama genelde akşam yemekleri sadece ana yemek yiyorum çünkü gün içinde yediklerim nedeniyle hiç acıkmıyorum, daha çok bir görev gibi yiyorum. Bir de haftada 2 akşam balık, 1 akşam kırmızı et, kalan günlerde de sebze yapmaya özen gösteriyorum.)

* Akşam yemeğinden sonra : 1 porsiyon mevya (Genelde yiyemiyorum, canım istemiyor)

Tabi bu öğünler bir önceki gün düzgün beslenmişsem böyle oluyorlar. Mesela bir önceki gün diyelim ki akşamüzeri ya da akşam yemeğinde ayran ya da yoğurt tüketmedim.. Hemen ertesi günü salatanın üzerine birkaç parça beyaz peynir olarak geri dönüyor bu bana.. Mesela cumartesi-Pazar günleri süt içmediğim için şu an yoğurt-ayran kürü yapıyorum resmen. Öğle yemeğinde orman kebabı yerine peynir tabağı aldım, yanında bir de büyük bardakla ayran içtim. Yemekten dönerken de yanıma 1 ayran daha ve 1 kase kadar da yoğurtlu semizotu salatası aldım ki, öğleden sonra mevya yerine bunları yiyeceğim. Tabi daha içmem gereken sütün de yarısını içtim.. O da dikiliyor başımda “iç beni iç beni” diye.. Ha bu arada bu süt, yoğurt vs.. mümkün olduğunca %0 yağlı ürünler.. Kesinlikle lezzetsizler yani..

Sonuçta biliyorum ki bebeğim kalsiyum ihtiyacını benden karşılıyor ve bu yediklerim onun benden aldıklarını yerine koyma çabası.. Ama su içmek, mevya-sebze-et-balık tüketmek de onun için çok önemli..

İşin içinden çıkamıyorum yani.. Ye ye bitmiyor listedekiler, ben ki bilen bilir, oburumdur, yıllardır kilo sorunumla uğraşırım, hatta son diyetisyen olayında 15 kg. verdim, çok yemek yemekten şikayet edeceğim aklıma bile gelmezdi..

Tabi eskiden canımın istediği şeyler genelde hamur işi ve tatlı olurdu.. Şimdiki favori kaçamaklarım ise turşu suyu içmek, acılı ketçabı makarnaya boca etmek, salataların bol limonlu suyunu kafaya dikmek gibi sadece acı ve ekşi şeyler tüketmek şeklinde oluyor..

Aslında canım gün içinde yediklerimin çoğunu istemiyor. Ama yemem lazım deyip, sürekli beslenme moduna giriyorum.. Üstelik bu hiç de zevkli değil..

Ben mi çok abartıyorum, yoksa bu iş hep böyle mi yapılır bilemiyorum.. Çocuğu olmuş arkadaşlar yorumlarında fikirlerini paylaşırlarsa çok sevinirim.




07 Aralık 2007

Maşallah :-)

Bir, iki, üç, dört, beş… Bak bu sağ el parmaklarıydı.. Bir de sol eli sayalım.. Aaa, sol elini yumruk yapmış.. Sonra sayarız onu.. Biraz da kalp çalışalım.. Kapakçıklar, kan akışı.. Böbrekler, mide.. Ayaklar, dizkapakları, karın çapı, kafa çapı.. Burun kemiği, çene, alt dudak, üst dudak.. Her şey normal gibi.. İşte yemek borusu, ve sağ kola giden besleyici damar hemen önünde.. Bu çok iyi, arkasında olsa down riski anlamına gelirdi.. Cinsiyet söyledi mi Arkun? Evet erkek.. Bu da cinsel organı…

Tahmin edeceğiniz gibi dün detaylı ultrason taramamız vardı.. Prof.Dr. Atıl Yüksel’e yönlendirmişti kendi doktorumuz. 3 ay önceden randevu almıştık.. Çok meşgul çünkü bu Atıl Bey, yer bulunamıyor aksi taktirde. Çok şeker bir adam Atıl Bey, tahminimden daha genç..

Uzun uzun inceledi oğlumu. Her şey yolundaymış, amniyosentez gibi bir gereklilik görmedi çok şükür..

Şükrederek çıktık muayenehaneden.. Hemen eve döndük.. Tabi hemen dediğim, 2 saat sürdü.. Gerçi Üsküdar balık pazarına uğradık dönüşte, deniz çuprası ve levreği falan bulduk aldık. Eve gelince merak edenlere telefon ettik. Annemlere, Figen’e, sonra Özen aradı, O.nun annesine gittik yemeğe de.. Hepimiz çok mutlu olduk yani..

Minik kuzumun, oğlumun, bundan sonraki yolculuğu için de yine dua edip, iyilikler dileyeceğiz ama şimdi hazır hamileliğinde yarısı bitmişken, her şey yolundayken, daha bir umutluyuz gelecek için. Her şey yolunda gidiyor, zahmetsiz ve sağlıklı bir hamileliğim var..
Dediğim gibi şükrediyoruz, büyüyoruz, paylaşıyoruz.
Paylaştıkça da maşallah diyoruz :-)

03 Aralık 2007

Servis Anneleri

Bilmem okudunuz bu sabah Can Dündar'ı ?

Servis anneleri ni yazmış. Herzamanki doğru ve yerinde saptamalarıyla...

29 Kasım 2007

Nostalji...



İki gündür bilgisayarımın yedeğini alıyorum diye eski yeni ne kadar briiktirilmiş yazı, şiir, resim varsa bir bir gözden geçirip nostalji yapıyorum yakın geçmişime..

Aşağıdaki yazı da sanırım mail ile gelmiş, kaynağı belli değil, alıp saklamışım.. Uzunca ama okunmaya değer...


Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
Rüyalarımıza melekler uğrardı
Kapımızdan yoğurtçu, bahçemizden ishak kuşu
Kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.


Kışın yanan bir sobamız olurdu
Sobanın yanında kedimiz
Kedinin önünde yün yumağı
Bir hayat bilgisi fotoğrafı gibiydik

Yerli malı kullanan
Yurdunun üç tarafı denizlerle çevrili
Kuru incir, üzüm, fındık, tütün, çay, narenciye, kavun-karpuz yetiştiren
Kuru üzüm, inciri satan, karşılığında çamaşır makinesi, radyo, otomobil alan
Bir toprağın fertleri..
.
Biraz yoksul, biraz mütevekkil
Biraz mahçup, biraz kırılgan
Biraz naif ama hep umutlu
.
Özlerdik
Memleketteki halamızı
İnce doğranmış bir dilim pastırmayı
Yurttan sesler korosunu
Akşam komşuluklarını
Radyo tiyatrolarını
Sabah ezanını
Kalaycıyı, bozacıyı
Münir Nurettin şarkılarını
Orhan Boran yarışmalarını
Bakkalımızın utana sıkıla veresiye hatırlatmalarını
Okul önü koz helvalarını
Akşam oturmalarını ve hayatı..

Top oynardık
İp atlar, kedi kovalar
Taşlarla birbirimizin başlarını yarar
Mahalle savaşları çıkarırdık
Gece olunca da tutar babamızın elinden
Yazlık sinemaya gider
Sadri Alışık, Vahi Öz,Belin Doruk, Cüneyt Arkın seyreder
Olimpos gazozları içerdik
Güler eğlenir bağırır çağırır
Dönerken yıldızları sayardık
Sıkı çocuklardık.

Yollar bozuk, musluklar bozuk
Ziller bozuk, paralar bozuk
Ama adamlar sağlamdı.

Ben Fenerbahçe’yi, amcam Vefa’yı tutardık
Konya tahıl ambarı, mersin muz cennetiydi
Taksim’den Fatih’e troleybüs kalkar
Şişhane’de mutlak raydan çıkardı.
Hayat zor fakat çok matraktı.

Muammer Karaca adına bir tiyatro binası yoktu
Bizzat kendisi vardı.

Başımız ağrırdı, komşumuz vardı
Gönlümüz daralırdı, komşumuz vardı
Çorbamızı, umutlarımızı
Memleket kadar kalbimizi paylaştığımız komşularımız vardı

Geceleri bekçimiz
Gündüzleri sütçümüz
Bizim kadar zayıf olsa da
Nohuta, makarnaya alışmış olsa da
Sarman adında kedimiz
Ceplerimizde kırık misketlerimiz
Çamur bulaşığı ellerimiz
Ve gülümseyen bir yüzümüz
Göstermekten utanmayacağımız bir içimiz
Biraraya gelerek çektirebileceğimiz
Bir aile fotoğramız vardı.

Bir sabah bütün iyi şeylerin
Ayvansaray iskelesinden
Hayal ülkesine doğru demir alan
Bir Şirket-i Hayriyye vapuru gibi
Aramızdan ayrıldığını gördük.
Sonra Ayvansaray’ın sularının çekildiğini yazdı gazeteler

Ne Harman sigarası kaldı geriye
Ne olimpos gazozu
Ne Sadri Alışık, ne de Belgin Doruk

Kalan bir tortuydu belki de
Belki kırık bir rüya denizi
Belki suda düşürdüğümüz suretimizin
Cep aynamıza nüktedan bir yansımasıydı herşey

Herşey Maltepe sigarasının
Her arandığında
Her bakkalda bulunabilmesi ile
Büyüsünü kaybetmişti belki de..

Belki de biz bir rüya mı görmüştük ?

Hadi hepsi yalandı
Hadi hepsini ben uydurmuştum
Ama rüyalarımızın melekleri
Ve soframızın daim konukları kuşlar ?
Ya onlar...
Onları siz de mi görmediniz?
Sizin de sofranıza konup
Rüyalarınıza uğramadılar mı?
Onlar da mı yalandı?
.
Hamiş1 : İlla resim de ekliycem ya yazılarıma.. Eski resimlere bakarken ofisteki en eski resmimi buldum sonunda.. Ekim 2002, Kıbrıs... Balayındayız:-)
Hamiş2 : Yukarıdaki yazı Can Dündar'ın mı diye soranlar lunca ben de araştırayım biraz dedim ve İbrahim SADRİ'ye ait olduğunu öğrendim, bilginize...

28 Kasım 2007

Bir demet fotoğraf...

Bir haftadır yazamıyorum, içimden gelmedi.. Bugün ofisteki dizüstü bilgisayarımın yedeğini alırken Fotokritik'te yayınlanan fotoğraflarıma rastladım.. Özlemişim herbirini.. Aslında fotoğraflarımı buradan yayınlıyorum ama bu kareleri ve hikayelerini paylaşmak istedim..


Vatikan Kilisesinin bahçesi... Gördüğüm insan eliyle yapılmış en muhteşem yapıydı..


Vatikan Kilisesinin içinden bir canlandırma... Eğer yolunuz oralara düşerse, mutlaka kilisenin içini de gezin.. Sakın bahçesindeki kalabalığı görüp de geri dönmeyin..


Karadeniz Yaylarından Kavrun Yaylasına bir bakış.. Çok uzak ve çok vahsi...


Palovit yaylasından bir mantar... Gizlemişti kendini bir çam ağacının köklerinin altına ama muhteşemdi..


Haydarpaşa İstasyonundaki bekleme salonunun camlarından birinin üzerindeki vitray çalışması... Cama ruh verme sanatı...

Avusor'lu Yasin çocuğu taktimimdir.. Karadeniz Yaylarına gittiğimiz turda Avusor yaylasında karşılaştığım, poz vermekten hoşlanmayan, bu pozunu da tesadüfen yakadığım Yasin çocuk..

Fotoğrafçılık kursunun son günü çıktığımız şehir içi gezimizde, hocamızın bizi götürdüğü enteresan yerlerden biri.. Karanlık bir kare gibi gözükse de, söylemesi ayıptır amabir fotoğrafçı gözüyle başarılı bir çalışma..



Su damlalarının zamanla dansı.. Sultan Ahmet Meydanındaki fıskiye ve laleler...


Aynı gün geziye giderken vapurdan bir kare.. Sol alt köşedeki kafa kirliliği haricinde, sevdiğim bir fotoğrafımdır.

Zeynep arkadaşımın Ömerli'deki evlerinin bahçe kapısından gizlice çekilmiş bir kare bu da.. Ilık bir bahar sabahı, kış hazırlıkları başlamış bile..

Kiraz zamanı, Ömerli'de bir bahar sabahı..

19 Kasım 2007

YOLDAKİ GÜZELLİĞİN RENGİ : MAVİ

Evet anlaşılacağı üzere Cumartesi sabah kontrolümüz vardı, minik güzelliğimizi görmek üzere doktora gittik.. Başladık muayeneye.. 1-2 dakika geçmemişti ki doktor amca ile aramızda şöyle bir diyalog gelişti :

- Doktor : Cinsiyetini söylemişmiydik?
- Ben : Geçen sefer kız gibi görünüyor demiştiniz.
- Doktor : Yanılmışım... Erkek bu...
- Ben : Emin misiniz ?
- Doktor : Evet evet oğlunuz olacak.. Bak bu da pipisi...
- Ben : ???????????
- O. : Ama biz alıştırmıştık kendimizi kız olacağına....
- Ben : ???????????

Kız ya da erkek olacağı için değil, artık şahsiyetle daha yakından tanıştığımız için ağlamamak için zor tuttum kendimi.. Eve dönerken yüzümdeki gülümseme ifadesi hiç silinmedi...

Geçen ayki kontrolde doktorumuz “Kız gibi görünüyor, ama kimseyle paylaşmayın henüz erken” demişti biz de Figen ve Özen hariç kimseye söylememiştik.. Geçen zaman içinde ise açıkçacı alıştırmıştık kendimizi bu fikre.. Ben açıkçası hayatım boyunca kızım olmasını hayal ettim hep.. Ama hamile kalınca gerçekten de fark etmiyormuş cinsiyet konusu.. “Sağlıklı olsun, hayırlı bir evlat, hayırlı bir insan olsun yeter” diyorum hep kendi kendime..

Gerçi O.nun ailesindeki erkek evlat çılgınlığı bildiğiniz gibi değil... O kadar çok sevindiler ki anlatamam..
.
Minik oğluşumla bu şekilde tanışmak bizi de çok sevindirdi tabi.. Alıştığımı sanıyordum hamilelik fikrine ama alışılamıyor galiba, içimdeki mucize büyüdükçe beni şaşırtmaya, kendiniz özletmeye ve onun için her konuda kaygı duymamı sağlamaya devam ediyor. Hala aklıma geldikçe yüreğim pır pır ediyor onun için... Ama hiççççç şikayetçi değilim... Ne güzel yürek çarpıntısıymış bu böyle... Allahım isteyen herkese yaşatsın inşallah...

16 Kasım 2007

Sanal dünyanın gerçek hırsızları...

Sevgili Esra bloğunda uzun uzun anlatmış, şu internet kuyusunda başına gelen sahtekarlık olayını..

Geçen sene benim de başıma aşağıda anlatacağım olay gelmişti de ben de direkten dönmüştüm.. Anlatayım da aklınızda bulunsun istedim.. Gerçi intikamım acı olmuştu ama neyse...

Efendim, hikayemiz şöyle : Geçen sene O.na doğum günü hediyesi olarak Tar almak istiyordum.. Bilmeyenler için Tar Azerbeycan yöresine ait bir halk sazıdır. İstanbulda birçok yere baktım ama çok pahalı geldi.. Neyse o sırada ofisten bir arkadaş Azerbaycandaki ofise tayin oldu, arada gidip geliyor falan.. Ben de bu arakadaştan rica ettim.. Olur mailleşiriz dedi.. Azerbaycandan fiyat bakacak ve bana bildirecekti.

Aradan bir süre geçti arkadaştan haber gelmeyince merak ettim, mail adresini buldum ve mail attım arkadaşıma.. Kısaca “Tar fiyatları bakacaktın? 100 dolar-1500 dolar arasında tar varmış orada, ben aşağı yukarı 250 dolar civarı bir alet istiyorum. Sen alabilirsen, ve bana banka hesabını verirsen hemen gönderirim ücretini” şeklinde bir mail attım kendisine.. Yalnız arkadaşın mail adresi xxxxxx.yyyyyyyy@gmail.com şeklinde bir adres iken ben yanlışlıkla maili xxxxxxyyyyyyyy@gmail.com adresine mail göndermişim. Yani ad ile soyad arasına nokta işareti koymayı unutmuşum.

Birkaç gün sonra bana bir mail geldi bu xxxxxxyyyyyyyy@gmail.com adresli arkadaşımdan (!)...

Diyor ki : “Tamam sen şu www hesabıma benim adıma gönderebildiğin kadar para gönder ben alıp getiririm sana istediğim müzik aletini”... Bu arada buradaki bir ortak arkadaştan selam söyledim kendisine, o da karşı selam verdi ve dediki ek olarak “burada internete giriş saatlerimizi kontrol ediyorlar, istersen xxxxxx.yyyyyyyy@zzzzzzz.com.tr adresinden de yazışabiliriz” diyor. ZZZZZ dediği firmada Türkiyede faaliyet gösteren büyük bir otomobil üreticisi firma...

Önce anlayamadım, “gönderebildiğin kadar para gönder” ne demek diye.. Sonra zzzzz li firmada niye mail adresi olsunki diye düşünürken jeton düştü bende inanılmaz bir şaşkınlıkla beraber.. Biraz araştırınca yanlış adrese mail gönderdiğimi bu çok zeki arkadaş tarafından dolandırılmak üzere olduğumu kavradım..

İnanılmaz şaşırdım, üzüldüm.. Niye yani nasıl bir ahlaksızlıktır bu, ben durumu hiç farketmesem mesela 250 doları hemen göndersem bu banka hesabına, resmen dolandırılmış olucam ve bu ülkede yok bunun telafisi...

Çok kızdım ve başladım ne yapabileceğimi düşünmeye.. Ufak bir araştırmadan sonra dolandırıcı şahsın gerçekten de o zzzzzz firmasında Ar-ge departmanın çalışan bir –mühendis- olduğunu öğrendim hayretler içinde.. Hemen gittim bizim şirketin İK müdürüne.. Durumu anlattım.. Planım zzzzz firmasının İK sorumlusuna olayı anlatmak ve elemanlarından birinin dolandırıcılık yapmaya çalıştığını iletmekti.. Dedim ki bizim İK müdürüne “Siz olsanız napardınız?” Kendisi iş dışında insan olarak da çok beğendiğim ve güvenilir bir kişiliktir ve fikirleri benim için önemlidir.. Dedi ki “Direk kovarım, kovamasan bile siciline işletirim”. Ben de bu cevabı istiyordum zaten intikam ateşiyle yanarken... Hemen yazışmalarımı alt alta listeledim ve zzzzzz firmasının İK departmanına mail ettim. Dedimki böyle böyle.. Elemanlarınızdan birisi dolandırıcılı yapmaya çalışıyor.. vs vs... Bir süre sonra cevap geldi ve konuyla ilgilendiklerini bildiren kibar bir mail göndermişler.. Sonrasını bilmiyorum..

Kimsenin ekmeğinden olmasını istemem ama gerçekten çok kızmıştım ve bildirmem gerekir diye düşündüm.. Sanmam ki işten çıkarmış olsunlar ama çalıştığınız yerde böyle bir ün ile anılmak bile yeterince iğrençtir diye düşünüyorum..

15 Kasım 2007

Sobe...


Sevgili Hande beni sobelemiş.. İlk kez sobelendim ben ve iki gündür de evda hasta olduğum için, bugün de ancak birikmişleri toparlayabildiğim için şimdi yazabiliyorum.. Çok teşekkürler Hande'cim çok zevkli birşeymiş sobelenmek...


Aşağıdaki koyu renkli harfler sobe cümlesinin başlangıcı, gerisi bana ait...

1. Ben Küçükken; babam sadece Pazar günleri evde olurdu. Evimizde bir sobamız, sobamızın üzerinde Pazar sabahları fokurdayan çayımız ve kızaran ekmeklerimiz olurdu. Annem sobayı yakmadan, ev iyice ısınmadan yataktan kalkmamızı istemez, erkenden işe koyulurdu. O kalkınca kardeşimle ben babamın yanına gider, onu öperek uyandırır, annem kahvaltıya sesleninceye kadar yatakta alt alta üst üste pek bi sevişirdik.. Sonra mis gibi kokan evde ya kızaran ekmekler, ya yumurtalı ekmekler ya da misler gibi kokan ev tostları eşliğinde kahvaltımızı ederdik.. Şimdi hain doğalgaz icad oldu, bizler büyüdük ve eskide kaldı tüm bu hatıralar..

2. Aslında Ben; tam bir aslan burcu kadınıyım sanırım. Beni yakınen tanıyanlar ne kadar yufka yürekli, duygusal ve sulugözlü olduğumu bilirler ve zırt pırt gözyaşı dökmeme hiç şaşırmazlar. (Şimdi gebelik hormonlarıyla ne halde olduğumu anlayın yani.. Ama beni tanımayanlar üzerinde çok sert mizaçlı bir etki bırakıyorum nedense.. Bir de insanlar ben de hep 100 puanlık kredi ile başlarlar ve bazen bir bakış, bir laf bile negatife düşürebilir gözümde karşımdakini.. İşte o zaman ağzıyla kuş tutsa bitmiştir o şahıs benim için…

3. İlk Kopyamı Ne Zaman Çektim; Tam hatırlamıyorum ama ortaokul ve lisede pek kopya çekmezdim sanırım. Yalnız üniversitede iken galiba Ticaret Hukuku dersindeydi, sınav için bir kaç şey yazdım bacağıma, üzerimde de o zamanlar pek moda olan etek-pantolan tarzı bolca birşey var.. Geçtim en arkaya, kalorifer peteğinin yanına, çektim bir güzel kopyamı.. Çıktım sınavdan, sınıfın kapısı açık.. Dışarda birini gördüm ve dedim ki yüksek sesle “öyle bir kopya çektim ki, kimse anlamadı”.. Bunu duyan hoca arkamdan oturduğum sandalyeyi, çevreyi filan dört dönmüş, kopya bulucam diye ama bulamadı tabi.. Ne cehalet .. Peki geçtin mi dersten derseniz, evet ama bütte…

4. En Saçma Huyum; temizlik konusundaki takıntım sanırım.. Evde günün herhangi bir vaktinde yorgun da olsam ölüyor da olsam elimde domestos fıs fıslı çamaşır suyu ile iş yaparken bulabilirsiniz beni.. Misafirler gidince gecenin bir vakti ortalık toplama, gece yarısı toz alma, banyo dezenfektasyonu, günde en az 2 kez çamaşır suyu ile mutfak dezenfektasyonu gibi gibi…

5. Cep Telefonum; hiçbir zaman benden bir parça olmadı ve olmayacak.. Mecbur kalmazsam çantamdan çıkarmam bile.. Şart değil ise mesaj çekmem, süreklilik taşıyan bilgilendirme mesajlarından nefret ederim. Bir de orda burda bir ellerinde çanta, diğer ellerinde son model cep telefonlarıyla dolaşan tikilerden hiççççç hazzetmem.

6. Aşk Bence; Şu fani dünyamızdaki başımıza gelebilecek en güzel şeydir. Ne mutlu aşık olabilene, bu duygu ile yüreğinin pır pır attığını hissedebilene.. Ve hatta dünyadaki en şanslı insanlar da bence aşık oldukları kişi ile evlenebilmiş olanlardır ki ben bu gruptan olduğum için çok şanslı sayıyorum kendimi..

7. En sevdiğim bloglar; okurken kendimden en çok şey bulabildiğim bloklardır. Kendi bloğumda okuduğum blokları yayınlamaktan hoşlanmıyorum çünkü sık sık güncellemek gerekir ve bence şart da değil.. Ama onlar bana özel ve kendi sık Kullanılanlar Listemde mevcutlar.. Bazılarını sessizce takip ediyorum, bazılarına ise laf atmadan duramıyorum… Ama yine de ben bu blok kızlarını çok seviyorummmm…


Ben de şimdi Sevgili Tütü'yü sobeliyorum... Buyrun buradan yakınız efendim.
.
Hamiş : Yukarıdaki resmin konuyla alakası ne derseniz; şöyleki canım ne zamandır öğle yemeğinde fabrika dışına çıkıp, Eskihisar'daki hep gittiğimiz tavukçuda çoban salatasının suyuna kızarmış ekmek banmak istiyordu.. (ilk kez aşeriyorum)..Neyse bugün sağolsun ofisteki kızlarla gittik.. Hava da misler gibi, güneşli, sıcak, oturduk bahçesine.. Neyse söyledik yemekleri ve çoban salatasını.. Geldi salata ama her zamanki çukur kasede değil de oval salata tabağında.. Ben yüzümü buruşturunca(napıyım ben kaseye ekmek banmayı hayal etmiştim hep) Müberra geri gönderdi tabağı, "arkadaşımız hamile çukur tabakta istiyoruz biz salatayı" diye.. Garson dumur ötesi tabi... Böylece tabak aşeren ilk hamile olaraktan tarihe geçtim sanırım.. Neyse işte, o güzel ortamı soluyunca 1,5 saat kadar, şimdi adada olup, börtü böcek sokakta yayılmak istedim Yağızımla beraber.. Yukarıdaki resim de tatilden bir anı olarak duruyordu, ekleyeyim dedim:-)))

12 Kasım 2007

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil...



Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,

onlar kendi yolunu izleyen hayat’ın oğulları ve kızları.

Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler

ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.

Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.

Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.

Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.

Çünkü ruhları yarındadır, siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.

Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsinizama sakın onları kendiniz gibi olmaya zorlamayın.

Çünkü hayat geri dönmez,dünle de bir alışverişi yoktur.

Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.

Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür

ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.

Okçunun önünde kıvançla eğilin.

Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar,

başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Halil Cibran.

09 Kasım 2007

Rapunzel mi olayım ?


Arkadaşlar,


Bildiğiniz gibi hamileliğimin 16. haftasında bulunuyorum ve bunu öğrendiğimden beri de dip boya olayından vazgeçmiş durumdayım. Saçlarımdaki yıldızlar artık gün gibi ortada ama yapılacak bir şey yok, tıbben zararlı olduğu için uzunca bir süre daha saç boyasından uzak duracağım.

Ancak başka bir konu daha var canımı sıkan ki, bu konuda sevgili Hande'nin de fikrini sormuştum ve o da her aklı başında insanın cevap vereceği gibi kısaca "inanma böyle söylentilere" dedi haliyle..

Şimdi konu şu : Hamileyken saç kesilirse bebeğin ömrü de kısalırmış...

Evet biliyorum tıbben hiçbir anlamı olmayan anlamsız bir iddia ama bu konuyu sorduğum hemen herkes (ki özellikle aklı başında, böyle anlamsız hurafelere papuç bırakmayacak kişilerden de fikir aldım..) bu konuyu biliyor ve hamileyken de saç falan kestirmemişler.. Bana da sakın diyorlar üstelik.. Ay bu gidişle Rapunzel gibi doğum yapacağım...

Fikirlerinize ihtiyacım var, lütfen beni ikna edin. Daha doğrusu öyle laflar edin ki yarın ilk iş gidip saçlarımı kestireyim:-)))
.
12 KASIM 2007 - GÜNCELLEME -
.
Yorumlarınız ve fikirleriniz için teşekkürler.. Şöyle bir orta yolda yürümeye karar verdim : 17 Kasım da doktor kontrolümüz var, 3'lü testimiz de yapılacak.. 3'lü testin sonucunu hayırlısı ile alır almaz ilk iş kuaföre gidilecek ve saçlar kesilecek... (Bunu buraya özellikle yazıyorum ki,sonrada caymak istersen yüzüm tutmasın, mecbur kalıp kestireyim diye:-)))

06 Kasım 2007

Bebeğime...

Kalbinin pır pır attığını gördüğümüz şu günlerde, kurduğum binlerce hayal, yüreğimi acıtan binlerce kaygı var içimde.. Şu günler bir geçse diyorum kendi kendime, bir gelsen dünyaya, evimize, yuvamıza... Öğreteceğim binlerce şey var sana... Mesela;
.
Yapabilirsem eğer, gözyaşlarını tutmamasını öğretmek isterim sana, acı çekmeden olgunlaşamayacağını... Kıskanmamayı, arkadaşının başarısından mutlu olmayı.. Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi de bilmeyi ve bunun seni daha da güçlendireceğini öğretmek isterim sana..
Her şeyin bir sonu olduğunu öğreteyim sana, sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini. Her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu dolayısıyla kitaplardan keyif almasını öğretmek istiyorum sana. Ders çalışmak istemiyorsan seni çok fazla zorlayamayacağımı bilmelisin ama okumayı sevmesin yine de… Kendi çapında bir kütüphanen olmalı, kitap kokusunu sevmelisin.

Doğaya götüreceğim seni sık sık. Çıplak ayakla ıslak çimlerde gezmenin hazzını alabilmelisin. Hayvanlardan korkmaman gerektiğini öğreteceğim. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptıklarını anlatacağım.. Yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almanı sağlayabilirim belki de.. Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğretmek istiyorum sana, kimbilir belki büyüdüğünde bir gece sevgiline bir ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirinize sarılırsınız sımsıkı..

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememen gerektiğini öğrenmen lazım ayrıca. Kazandığın elli liranın, piyangodan çıkan beş yüz milyondan çok daha keyifli olduğunu öğretmen lazım. Alın terine saygıyı öğrenmen gerektiği gibi. Aşk acısı çekmenin, hiç âşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğretmeliyim sana. Kendi doğruları üzerinden kimsenin seni yargılamasına izin vermemelisin ve başkalarını da kendi doğruların üzerinden yargılamamalısın... Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlatacağım sana ve hayatı sorgulamayı... Yapabildiğimce...
.
Bilginin en büyük güç olduğunu öğretmek istiyorum sana. Yapabilirsen bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendine saklaman gerektiğini öğretmeliyim sana. Haklı olduğun konuda sonuna kadar diretmeli ve haklıyken dik durmalısın herkese ve herşeye inat. Günün birinde yaptıkların değil, yapmadıkların için pişmanlık duyabilirsin ancak.

Basit yaşaman gerekiyor, çay içmekten keyif almalı, yalnız kalabilmeyi de bilmelisin.. ‘İstemiyorum’, ‘hayır’ demeyi öğreteceğim sana, istediğinde ise ‘istiyorum’ , sevdiğinde ‘seni seviyorum’ diyebilmelisin çünkü.

Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğretmek istiyorum sana. Temiz kokmasını... Sorgusuz sevmeyi... El yazısı ile notlar yazmayı... Lafı dolandırmamayı...

Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapman gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşılması gerektiğini de öğrenmen gerek . Umarım tıpkı baban gibi müzik ve resim konusunda doğuştan yetenekli olursun, sporla barışık yaşarsın…

Dünya işleri hiçbir zaman bitmez, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırmalısın...

Ama en çok da kendini sevmelisin... Sen kendini sevmezsen kimse seni sevmez, sen kendine saygı duyup değer vermezsen, kimseden bekleyemezsin bunları…Hayattaki en önemli varlığın “sen” olduğunu öğreteceğim sana birtanem...

Şimdi bekleme vaktidir ve ümit ediyorum ki, ılık bir ilkbahar sabahında herşey yeniden başlayacak… Bir insanı daha sevmekle başlayacak herşey...
.
Hamiş : Bu yazının bazı bölümlerini bloglardan birinde görmüş ve almışım. Sonrasında kendime göre değiiklikler ve ekler yaptım tabi.. Şimdi kimdi hiç hatırlamıyorum.. Eğer blog sahibi bunları okursa ve beni uyarırsa memnun olurum.

22 Ekim 2007

Okuyalım, ağlayalım...

Balkanların en güçlü ordusuna sahip bir milletin, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyen bir başbakanın ülkesi, istese 1 günde dümdüz edeceği hain topraklara giremiyor işte.. Hala kem küm kebelek....

Buyrun, aşağıda yer alan ve Üzümlü’de, 12 aralık 1993 gecesi saat 21.30 sularında Kuzey Irak’tan sızan PKK köpekleriyle girdiği çatışmada şehit düşen Zekeriya’nın evine gönderilen şahsi eşyaları içinden çıkan mektupta yazan ve Osman Pamukoğlu Paşa’nın Hakkari Dağ ve Komando Tugayı’ndaki Şehitler Anıtı’na kazıttırdığı şiiri okuyup ağlayalım. Madem başka birşey gelmiyor elimizden…


Komando Olmak Onurumdur

Olur ya bir çatışmada ölürsem
Arkamdan yas tutmayın
Bırakın toprağımda rahat uyuyayım
Bedenimden elbisemi çıkarmayın
Onlar benim gururumdur
Ölünce kefenim olacak
Başımdan beremi çıkarmayın
O benim şanım şerefim olacak
Ayağımdan botları çıkarmayın
Onlar nice yollar aşacak
Sırat köprüsünden geçecek
Elimden tüfeğimi almayın
O benim namusumdur
Mezarıma sembol olacak
Yaramın kanını silmeyin
Ahirette hesabı sorulacak
Göğsümden kör kurşunu çıkarmayın
O benim madalyam olacak

20 Ekim 2007

Minik Eller Mutfakta - Islak Kek

İlk kez bir etkinliğe katılmak geldi içimden ve geçen gelişlerinde Yağız ile birlikte girdik mutfağa.. Amacımız ıslak kek yapmak..

Tarifimiz şöyle :
3 yumurta
1 su bardağı sıvıyağ
1 su bardağı süt
1 su bardaşı toz şeker
1 paket vanilya
1 paket kabartma tozu
3 çorba kaşığı kakao
Aldığı kadar un..

Önce sıvıyağ, yumurta, süt, şeker ve kakaoyu güzelce karıştırıp, bu karışımın 1 bardağını ayırıyoruz. Kalan karışıma diğer malzemeleri ekleyip karıştırıyoruz. Normalde mikserle karıştırıyorum ama işin içinde Yağızımın yumoş elleri olunca, plastik karıştırıcı kullandık tabiki..
Elde edilen karışımı yağlanmış tepsiye döküp, önceden ısıtılmış fırında yarım saat kadar pişiriyoruz. Çıkarınca da sıcakken ayırdığımız karışımı üzerine boca edip çekmesini bekliyoruz.

Oldukça lezzetli ve ıslak bir tat oluyor.. Bazen içine ceviz, çikolata parçaları ya da kuru üzümde koyuyorum ama Yağız bey keki sade sevdiği için bu kez kullanmadık.

Gelelim keki yapma maceramıza...

Aslında fazla söze gerek yok.. 4,5 yaşında canavar bir erkek çocuğuyla nasıl kek yapılırsa biz de öyle yaptık..


Önce sıvıyağı dökelim... (Parmakların dolmalığına dikkatiniz çekmek isterim:-)




Yumurta kırmayı da öğrendik biz..


Kakaoyu ekleyince Yağız'ın yorumu şöyle oluyor her seferinde : Keke gece geldi dimi teyze?

Unu ekleyince de gündüz geliyor kekimize...

İşte güzel tosunum poz veriyor.. Kucağında kekimizin tepsiye dökmeden önceki son hali..

08 Ekim 2007

15 can, 15 şehit..

Dün bu saatlerde hepsi hayattaydı. Şimdi yoklar...

Ateş düştüğü yeri yakar, ailelerinin, sevdiklerinin acılarını tarif etmeye can dayanmaz.. Bizler tv ya da gazetelerden izlediğimiz kadarıyla bunca acı duyuyorsak, o evlerde, o ocaklarda yaşananları tahmin etmek zor değil, ama yaşamayan bilemez herhalde.. Allah yaşatmasın da zaten.

Sabahtan beri bütün gazeteleri gezdim, hepsi hemen aynı şeyleri yazmış.. “Acımız büyük”.. Evet acımız büyük ama yaptıklarımız yeterli mi? Ya da yaptırabildiklerimiz..

Temel karısıyla denize açılmış, hava fırtınalı, tekne ise küçücükmüş.. Temel sürekli mızlanan karısına “Korkma, Allah büyüktür” diyormuş.. Üç kez, beş kez aynı şeyi tekrarlayınca karısı çok sinirlenmiş, demişki “Allah büyük ama Temel, tekne küçük..”

Bizim gazetelerin de yaptığı bu bence.. Acımız büyük ama koskaca bir basın ordusu olarak kendiniz küçücüksünüz..

Bu ülkenin %47 oyla iş başına gelmiş istikrarlı (!) bir hükümeti, sürekli can çekişen bir ana muhalefet partisi, sloganları “milliyetçilik, Türkçülük” olan bir MHP’si, Abdullah Öcalan’a terörist diyemeyen bir DTP’si , dillere destan bir ordusu, tekel olmaya doğru hızla giden ve yalakalıkta kendini her gün aşan bir medya ordusu var ama kimse evet hiçkimse bu çocukların hain pusularda şehit olmalarını engelleyemiyor..

Yukarıda saydığım kurum ve kuruluşlardan bir tanesi bile çıkıp, yumruğunu masaya vurarak “Yeter artık... Bu vatan evlatlarını hain pusularda kurban edilsinler diye yetiştirmiyoruz” demiyor, diyemiyorlar... Söylenen her laf, laf olarak kalıyor, teoride herkes vatansever, ama pratikte her gün şehit veriyoruz..

Yuh olsun bize....

Bilmem gebeliğin etkisi midir ama sabahtan beri bir haber okuyorum, ağlıyorum, başka bir gazeteye göz atıyorum, ağlıyorum... Sanırım en son 17 Ağustos depreminde böyle olmuştum.. Yukarıda yazılanlar tamamen kişisel fikirlerim olup, herhangi bir parti vs.. için yorum yapılmamasını rica ediyorum... Konumuz bu değil çünkü..

Türkiye Harp Malulü Gaziler, Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Genel Başkanı Gazi Üsteğmen Taner Uran bugün yaptığı açıklamada şöyle demiş :

Ülkemizde bölücü teröre karşı mücadele devam ederken, sivil vatandaşlarımıza ve askerlerimize yönelik hain saldırılara sessiz kalıp TBMM'de bölücü terör örgütü söylemleriyle konuşan, katil teröristlere 'kardeşlerimiz' diye hitap edip kanunlarımızı hiçe sayanlara karşı Yüce Meclisimizi ve yargımızın gereğini ivedilikle yapmasını, acılı şehit aileleri ve gaziler olarak talep ediyoruz. İmralı'dan terör örgütüne emir ve komuta eden bebek katili Öcalan için gerekli önlemlerin alınmasını ve yeni taslak anayasaya idamın tekrar getirilerek başta Öcalan olmak üzere terör örgütü mensupları ve destekçilerinin, adaletin tecelli etmesi amacıyla 24 saat içinde idam edilmesini istiyoruz."

Şahsım adına bu öneriyi kesinlikle destekliyorum..

Allah 24 yıldır verdiğimiz tüm şehitlerimize gani gani Rahmet eylesin.. Bu mübarek kandil gününde ruhları şad olsun..

Ailelerine Allah sabırlar versin, gerçekten içimiz yanıyor onlar kadar olamasa da...

05 Ekim 2007

05.10.2002

Bugün bizim evlilik yıldönümümüz..

Oldukça ilginç bir hikayemiz var bizim. Çıkmaya başladığımızda 6 yıldır tanışıyorduk zaten. Kısa bir süre öncesine kadar da aynı şirkette çalışmışlığımız vardı. Tanışmamız da benim verdiğim bir şirket içi eğitimde, O.nun eğitimi alan yeni bir eleman olarak yer almasıyla başladı. O. şimdi itiraf ediyor diyorki ilk tanıştığımızda “Beni sevse ne muhteşem birşey olur” diye düşünmüş.. Uzunca bir süre sabahları şirkete gidişlerinde yolunu değiştirmiş aynı otobüse binebilme ihtimalimizi gerçeğe dönüştürmek için.. Bense farklı departmanlarda ve genellikle de farklı lokasyonlarda çalışmanın da etkisiyle de sanırım tüm bunlardan habersizdim..

Zaten kendisinin aynı işyerinde çalışıp da birlikte olmakla ilgili olarak çok katı prensipleri olduğundan arkadaşlığımızın duygusal bir birlikteliğe dönüşmesi benim 6 yıl sonra o işyerinden ayrılmamla başladı.. Önce dışarıda görüşmeye başladık. Sonra hiç de kayıtsız olmadığımı anladım ve bir şekilde bilerek ve isteyerek çıkmaya başladık.. 17 Aralık 2001..

Ben Anadolu yakasında oturuyordum, o Avrupa yakasında.. Hafta içi görüşmemiz oldukça zordu, hafta sonları ise asla yetmiyordu. Şubat ayı gibiydi, nedense her tarihi hatırlayan ben o günün tarihini hatırlamıyorum. “Evlenelim ama çarçabuk” dedi.. “Ne yap et, evlenelim, bu böyle olmuyor ayrı kalmak çok zor” dedi.. Mart başında annesiyle tanıştım, 6 Nisan 2002’de sözlendik, 4 Mayıs 2002’de nişanlandık, 5 Ekim 2002’de ise evlendik.. Yani evlendiğimizde henüz 10 aydır çıkıyorduk, yaklaşık 7 yıldır tanışıyorduk..

Şimdi ise beş koca yılı devirdik. Bu beş yılda en çok birbirimizin sivri yanlarını törpülemeyi ve (itiraf ediyorum O.nun sayesinde) sukunet ve sevgi içinde, birbirimize duyduğumuz saygıyı asla zedelemeden, yanyana ve omuz omuza yaşamayı öğrendik. Ben Sabahat Akkiraz konserlerinden, O. ise Candan Erçetin konserlerinden zevk alabiliyor artık.. Hala ayrı odalarda ayrı televizyonlar karşısında zaman geçirmiyoruz, bazen 2 diziyi üstüste izliyoruz, bazen arka arkaya 3 maç seyrediyoruz ama mutlaka aynı odada, dipdibe, yanyana.. Evimizdeki ikinci televizyonu ise çoktan verdik.. Bir tanesi yetiyor bize.. Zaman içinde o benimle tenis oynamaktan, ben onunla basket maçı yapmaktan zevk alır hale gelmeye başladım.

Hala olabilecek her yerde eleleyiz, ayrı ayrı yürüyemiyoruz.. Çok mecburi haller dışında geceleri mutlaka aynı mekanda kalıyoruz, geceleri ayrı kalmak ikimize de iyi gelmiyor çünkü.

Arkadaşlarımızla birlikte olacağımız akşamları aynı güne denk getirip, mümkün olduğunca birarada kalmaya özen gösteriyoruz.. Ayda 2-3 kez birbirimizden ayrı arkadaşlarımızla birlikte vakit geçiriyoruz.. Hafta sonlarında ise birbirimizden ayrı kaldığımız her saate kayıp gözüyle bakıyoruz.

Altıncı yılımıza başlarken iki kişi de değiliz üstelik, minicik bir yolcumuz var şimdi içimizde.. Hamileyiz biz.. Artık herşey yeni gelen güzellik için..


Bugün bizim evlilik yıldönümümüz..

İyi ki varsın aşkım, iyi ki bulduk birbirimizi, iyi ki Tanrım bizi birbirimize yazmış... Nice 6. yıllara.. Sevgi, saygı ve ailemizin yeni üye(leri)si ile birlikte inşallah....

04 Ekim 2007

KÖY ENSTİTÜLERİ...

“Köy Enstitüleri” yarım kalmış bir mucizenin, bir büyük hayal kırıklığının hikâyesi...

“Biz, istiklal mücadelesinden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köylere götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. Bu, imamdır. İmam, insan doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, vefat ettiği vakit mezarının başında telkin vererek, doğumundan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hâkimidir. Bu manevi hâkimiyet, maddi tarafa da intikal eder. Çünkü köylü hasta olduğu vakit de sual mercii imam olur. Biz imamın yerine, köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik.” diyor Hasan Âli Yücel. Köy Enstitüleri fikri böyle doğmuş ve 1940-1953 arasındaki on üç yıl boyunca yirmi bir enstitü on yedi bin mezun vermiş..

Köye eğitim hizmeti 1936 da başlamıştır.

Bu tarih de 35.000 köyde ilkokul yoktur. 16 Milyon nüfusun 12 milyonu köylüdür.

Bunlardan erkeklerin % 76.7 sı, kadınların ise % 91.8 i okur- yazar değildir.

İlk adım 1926 da Milli Eğitim Bakanı Mustafa Nejat tarafından atılmış “ Köy Muallim mektepleri“ açılmıştır. Daha sonra 1936 da deneme amaçlı başlayan “ Köy Enstitüleri” 1940 da yasallaşarak , Hasan Ali Yücel’in Bakanlığı – fikir babası İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde kurulmuştur.

Köy Enstitüleri başka bir deyişle Anadolu’nun aydınlanması idi. Köy çocuklarının alındığı bu okullarda amaca uygun olarak eğitildikten sonra geldikleri köylere donanımlı ( tarım, iş, sanat, sağlık ) öğretmen olarak gönderiliyorlardı. Köylülerin bu gibi aydınlanma sürecinden rahatsız olan toprak ağaları, Cumhuriyet karşıtları ve din istismarcılarının çıkarları bozuluyordu. Onlar için bu kurumların kapatılması gerekiyordu ve kapatıldı.

Eğer kapatılmamış olsalardı; gidilmemiş köy, okulsuz çocuk, işlenmemiş toprak, kullanılmamış su, aç- açık insan, işçileri sokaktalar da aç dolaşan kapatılmış fabrikalar olmazdı. Eğer kapatılmasalardı işçilerimiz yabancı ülke kapılarında iş aramayacaklar, aileler bölünmüş olmayacaklardı. En önemlilerinden bir tanesi de, bugünkü töre cinayetleri işlenmeyecekti. Son yıllarda üzerinde en çok durulan köy boşalmaları yaşanmayacaktı. Çünkü insan için gerekli olan hizmetler köyde üretilir olacaktı. Kapatılmamış olsalardı bu günkü özgürlük kavgaları yapılmayacaktı. Çünkü Köy Enstitüleri bir özgürlük ve özgürleşme eylemi idi.”

1950 den sonra “Marshall yardımı” nın gelişi kapatılma süreçlerinin hız kazanmasına neden olmuştur. Bu yardım içinde “Köy Enstitüleri”nden vazgeçilmesini sağlayan 12 kadar eğitim projesi vardır.Ne kadar başarılı oldukları ise ortadadır.

KÖY ENSTİTÜLERİ’nin başardıklarını şöyle özetleyebiliriz:

- Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştır.
- Bilimsel ve felsefi anlamda laik eğitim başlamıştır.
- Feodal toprak rejiminin değişimi toprak ağalarının kendilerinin ortadan kaldırılma tehdidinin hissetmelerine neden olmuştur.
- Sanayi için eğitilmiş, nitelikli iş gücü oluşmaya başlamıştır.
- Sanat, edebiyat, bilim teknoloji de olumlu beklentiler oluşmuştur.
- Atatürk’ün özlediği demokratik toplum ve kültür için kurumsal alt yapı oluşmaya başlamıştır.
- Ataerkil toplumdan çekirdek aile toplumuna dönüş belirtilerini vermeye başlamıştır.
- Ezberci değil, analitik düşünen- sorgulayan birey yetiştiren demokratik ve üretici eğitim başlamıştır.

Kayınpederim (Emekli öğretmendir kendisi) ile yaptığımız bir konuşmada, kayınpederinin (Eşimin de dedesi bir Köy Enstitülü köy öğretmeniymiş.) köyde sadece okuma yazma öğretmeyip, enstitüten kendilerine verilmiş olan ve o zaman itibariyle köy yerinde çok değerli alet edevat takımı olduğunu anlatıyor.. O takım içinde neler yokmuş ki, nalbantlıktan, marangozluğa, tarımcılıktan, demir işçiliğine kadar çok çeşitli işler yapmakta kullanılan birçok alet… Yani köylerinden alınan ve eğitilen o gencecik beyinler, mezun olup da kendi köylerine döndüklerinde sadece birer ilkokul öğretmeni değil, elinde avucunda hiçbirşeyi bulunmayan köylüyü gerçek anlamda –eğitecek- işbilir birer gönüllü olarak çalışmışlardır. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilâç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç hâline getirmek hep bu enstitülü öğretmenlerin yaptıklarıdır.

Bu bağlamda yukarıda yer alan özellikler statükoyu rahatsız etmeye başlamıştır. Köy Enstitülerini kuranlarda yıkanlarda statükolarını korumak ve güçlendirmek için hareket etmişlerdir. Bu emellerini gizlemek için de “ Köy Enstitü”lerinin üzerinden politika yapmışlardır.
Görüldüğü gibi, demokratik kültürden, bilim ve bilimsel düşünceden yana olmayan her birey ve kurum “ Köy Enstitü”lerinin ortadan kaldırılmasında birinci derecede sorumluluk sahibidir.
Bu gün önemli olan ; Köy Enstitüsü ruhunun yeniden kazanabilmektir.

Köy enstitülerinin kapanma nedenlerinin başında gelen “kız ve erkek öğrencilerin aynı yerde kalıyor olmaları” bahanesi ile bugün 2007 yılında karşımıza çıkan aşağıdaki resim (İSKİ veznesi) nasıl da örtüşüyor değil mi ?


Kaynaklar : Emekli Öğretmen Sayın Mustafa Demir ve Emekli öğretmen Sayın İzzettin Yaşar
(
http://www.cumok.org/html/cumok/istanbul/koyenstitu.htm)
Can Dündar (
www.candundar.com)
http://www.geocities.com/ualtunay.geo/ke.html


01 Ekim 2007

Prematüre bebekler ve aileleri için...



Asortik Krep'in Bloğunda gördüm linki önce.. O da Sardunya'nınbloğundan almış.. Duyurmak lazım, elimizden geleni yapmak lazım diye düşündüm ben de Asortik gibi.. Aşağıdaki yazı da Sardunya'dan..

"Kaplumbağa tanıştırdı beni bu minik dünyayla. Birşey yapmalı dedim. Bilgiye ulaşmayı kolaylaştırmalı dedim. Herkes koşmuştu yanıma moral vermeye. "Bilmem kimin bilmem kiminin de erken doğmuş çocuğu. Endişelenme. Geçer" Nasıl geçer ya? Kendi çocuğu erken doğan hiç mi yok? Bu bir şehir efsanesi mi diye sorarken kendime... Yavaş yavaş toplanmaya başladık. Şimdi 60 aileyi geçtik. Gittikçe artıyoruz.Önce elektronik posta ile birbirimize moral verdik. Bakın bu çocuklar büyüyor dedik. Yalnız değilsiniz dedik. Derken bir sitemiz oldu el yordamıyla kör topal:) Pinocum bu şahane logoyu yapıverdi bize hiçbirşey talep etmemişken üstelik, sırf içinden geldiği için.Şimdi sırada hastaneler var. Hastanelere pano koymak istiyoruz. Bu panolara moral verici yazılar asmak, yalnız değilsiniz demek istiyoruz. Yapacak çok iş var. Belki zamanla kuvöz sayısı bile artırılabilir. Hayatın kıymetini hepimizden çok bilen bu bebekler için siz de bir ucundan tutar mısınız? Sesimizi duyurmak için yanımızda olur musunuz? "

http://www.prematureyiz.org/

Ben kendi adıma hemen prematüre bir güzelliğe sahip arkadaşıma ilettim. Sizin de aklınızda olsun, yalnız değiller ve olmamalılar da.. Çorbada bir pincik de olsa tuzumuz bulunabilirse ne mutlu bize :-)

26 Eylül 2007

Mutfaktaydım...

Bugünlerde pek bir mutfağa giresim yok. Annemler de biz de ya, bu nedenle tembelliğimde üzerimde.. Annem sağolsun, Necla annemle birlikte gün içinde muhteşem yemekler yapıp, akşama hazır ediyorlar.. Aşağıdakiler ise resmini çekip biriktirdiklerim.. Güllaçı yeni yaptım, diğerleri biraz daha eski :-)

Sakız muhallebili güllaç. Tarif Portakal Ağacı'ndan Hatice'ye ait. İlk kez yaptığım bir güllaçta süt çok gelmedi ve güllaç yufkaları sütün tamamını çekti.. Gerçi bir dahaki sefere şekerini biraz daha az koyacağım.. Yine deçok lezzetliydi..


Tahinli kurabiye... Bence tahini biraz fazla idi, ama tadına bakan herkes tarifini aldı.. Herhalde benim damak tadım için şu aralar biraz ağır kaçtı..




Kırmızı biber sarması diyorum ben buna, şekil olarak biryerler görmüştüm, ama nerde hiç hatırlamıyorum. Haşlayıp kabuğunu soyulan biberlerin içine haşlanmış ve ezilmiş patates ile mayonezi (bir seferinde evde mayonez yoktu ve labne peyniri ile karıştırmıştım) karıştırıp sarıyorsunuz. Yeşil bağcıklar ise kaynar suda 1-2 dakika tutulmuş yeşil soğan sapları..

24 Eylül 2007

Trafikte kim daha kötü? Kadınlar mı erkekler mi?

Almanya'nın ünlü kadın dergisi Brigitte'nin Frankfurt Otomobil Fuarı'nda "Kadınlar neden geri park edemez?" sorusuna yanıt aradığını yazmıştım.

Üç gün boyunca düzenlenen panellere ilgi büyüktü. Sonuçta, sorunun yanıtı bulundu. Biz de meraktan kurtulduk. Aslında yanıt herkesin bildiği gibi Panelde konuşulanlar şöyle:

- Kadınlar erkeklerden daha dikkatli araç kullanıyor. Bunun nedeni sahip oldukları sürücülük yetenekleri konusunda şüpheci olmaları.

- Erkekler hata yaptıklarında suçu başkalarında arıyorlar. Kadınlar ise hatayı kendilerinde arıyorlar.

- Erkekler trafikte sorumsuz davranıyorlar. Kadınlar ise annelik içgüdüsü nedeniyle, çevresindekiler için de kendilerini sorumlu hissediyor ve bu yüzden aşırılı dikkatli davranıyorlar.

- Kadınların hızlı otomobil kullanmaktan korktuklarına dair bilimsel bir kanıt yok. Ancak, erkeklerin hız yaptığı ve herkesi sıkıştırdığı bir gerçek.

- Kadınlar otomobil kullanırken daha dikkatli. Çünkü trafikte agresif değiller. Bu yüzden dikkatleri dağılmıyor. Doğası gereği güç gösterisi yapmıyorlar. Erkekler ise tam tersi. Trafikte güç gösterisi yapıyorlar. Hele yanlarında bir de kadın varsa, kendilerini adeta bir savaşın içinde hissediyorlar.

- Erkekler kadınlara kıyasla ciddi kazalar yapıyorlar. Tipik erkek ve tipik kadın kazaları var. Aşırı hızla virajda yoldan çıkma ya da aşırı hızla otomobilin hakimiyetini kaybetme tipik erkek kazaları.

- Virajda kaldırıma çıkma, geri park ederken çarpma ise tipik kadın kazaları arasında gösteriliyor. Ayrıca kadınlar trafikte geçiş üstünlüğünü kendilerinde zannediyorlar. Erkeklerin kendilerine geçiş üstünlüğü vermesini bekliyor bu yüzden kaza yapıyorlar.

Sanırım bu kadar yeterli. Aslında hem erkekler hem de kadınların sürücülükleri hakkında söylenecek çok şey var. Ama ben panelde Kadın Hakları Savunucusu Prof. Jutta Amendinger'in yaptığı ilginç konuşmaya takıldım. Günümüzde kadınların hayatın her alanında olduğunu belirten Amendinger, şöyle devam ediyor: "Erkeklerin bu dünyada kadınlara kaptırmadıkları iki kalesi kaldı. Bu iki kale ayakta işemek ve geri park etmek."

Hamiş 1: Bu haberi erkeklerin sırf erkek oldukları için araba kullanmada daha becerikli olduklarını düşünen tüm erkeklere ithaf ediyorum. O. da dahil :-)
.....
Hamiş 2 : Haberi HaberTürk'te gördüm, sizlerle paylaşmak istedim. Yazının altında Sabah Gazetesinden Ufuk Sandık'ın imzası vardı.

17 Eylül 2007

Büyülü bahçeyim...


Günlerdir içimde bir heyecan, içimde bir "can" vardı.. Bir an önce paylaşmalıydı bu haberi dostlarla, ancak çevreden, eşden dosttan öyle çok kırık hikaye dinlenmişti ki, onun kalp atışlarını duymadan paylaşmak gelmedi içimden.. Evet tahmin ettiğiniz gibi ben de artık bir büyülü bahçeyim.. Yani hamileyim.. Bugün itibariyle 8 hafta 1 günlük olduk.. Dua ediyoruz, şükrediyoruz, büyüyoruz, bekliyoruz :-)
...
Şimdiye dek güzel haberi paylaştığımda en az benim kadar heyecanlanan, tansiyonu çıkan, gözleri yaşaran, ağlayan, kucaklayan, bunu kutlamalıyız diyen ve kutlayan, sürekli anne-bebek mailleri gönderen, her seferinde benim de salya sümük ağlamamı sağlayan tüm dostlarımı çok ama çok seviyorum.. İyiki varsınız...
...
Hamiş : Büyülü bahçe www.itiraf.com sitesi sayesinde hayat bulmuş bir hamile bayan tanımlamasıdır. Teşekkürler [SiteSahibi]...

04 Eylül 2007

Kısa bir ara...

Sevgili günlük,

Biliyorum günlerdir tek satır birşey yazamadım ve işin doğrusu kısa bir süre daha da yazabileceğimden emin değilim. Ama inanki çok geçerli bir sebebim var, elimde değil, elim gitmiyor harflere birtürlü...

Söz veriyorum güzel haberlerle döneceğim, ara verdiğime değecek, yazdıklarım okuyanları da mutlu edecek beni de...

Şimdilik bu kadar... Başka kopya veremem...



17 Ağustos 2007

Tatil anılarımız...

Tatil resimlerimi nihayet toparlayabildim. Salı günü kurulan pazarda bol bol resim çektim. Çektiğim her kare fotoğrafla, sanki o tezgahtaki herşeyi olduğu gibi satınalmış kadar oldum, o derece doyurucuydu ruhum için bu kareler yani.




Adanın pazarına mallar genellikle Yalova'dan ürünü bağlarında bahçelerinde yetiştiren ve getirip satan köylüler tarafından getiriliyor. Bu nedenle de hep taptaze, dalından yeni kopmuş şekilde geliyor sepet sepet..


Bunlar da eğlenceli tezgahlar... Rengarenk, canlı canlı...


Bunlar da evimizin ve sokağımızın birkaç görüntüsü.. En önde ise sokağımızın serserisi Yağız bey görülüyor. Kendisi henüz 4 yaşında ama iki tekerlekli bisikletle at arabalarının arkasına asılacak kadar hünerli (!).



Ve son olarak bahçelerimizde bizimle birlikte yaşayan dostlar : Yeni doğum yapmış kedimiz ve 4 minik yavrusu, kaplumbağamız, çan çiçeğimiz ve çiçeğinin ömrü sadece 1 gün olan kaktüsümüz...
Bu fotoğrafları ve diğerlerini tek tek görmek isterseniz, Foto-terapi'ye buyurun lütfen...

34...


Sevgili günlük,

Geçen hafta tatil yaptım biliyorsun. Pazartesi günü ise ofise gelemeyecek kadar hasta olduğumdan (rota virüsü kaptım yine biryerlerden) Salı günü başladım işe.. Ama resimleri halen yetiştiremedim, en kısa zamanda yayınlayacağım..

Çarşamba akşamı ofisteki kızlarla eğlenceli bir yemek yedik. Çünkü bugün benim doğum günüm sevgili günlük. 1999 depreminden beri 17 Ağustos’ta birşeyler yapmak hiç gelmiyor içimden sanki o depremle aynı gün doğmuş olmak benim suçummuş gibi. Çarşamba akşamı yemeğinin benim için en güzel tarafı da buydu zaten.. Akşam da Taksim'de olacağız O.nunla.. Sadece ikimiz yemek yiyeceğiz, gezeceğiz..

Yeni yaşıma girerken nedense geçen seneki kadar panik hissetmiyorum kendimi.. Yaşadığımız olaylar gün be gün olgunlaştırıyor bizi sanırım. Başımıza gelen/gelemeyen olaylar büyütüyor bizi. Her yeni günde yeni tecrübelerle doyuruyoruz ruhumuzu..

Yeni yaşımda ne mi istiyorum hayattan ? Sahip olduğum güzelliklerin artarak devamını diliyorum tabiki.. Bir de sevdiklerimle birlikte daha güzel ve daha sağlıklı bir yaşam diliyorum. İşimde başarı diliyorum, hayatta başarı diliyorum. Aslında kendim için ne diliyorsam daha daha iyisini sevdiklerim için de diliyorum.. Ne de olsa onlar ne kadar mutlu olurlarsa ben de o kadar mutlu oluyorum..

Hepsi bu..
Hamiş : Resimdeki iki ayrı obje www.istockphoto.com sitesinden, birleştirmek de benden...

03 Ağustos 2007

Tatil...


İki gündür çektiğim migren ağrımdan dolayı şu anda gözümün önünde yıldızlar uçuşsa da şunun çok net farkındayım ki tatile sadece 3,5 saat kaldı...


Dönüşte bol bol fotoğraf ile paylaşmayı umuyorum yaşadıklarımı...


Şimdilik hoşçakalın... Kendinize iyi davranın...


31 Temmuz 2007

Ortaya karışık...

* Cuma akşamı Funda’ya bebiş görmeye gittik Elvan ile birlikte.. Aslı Nur hanım yaklaşık 22 gün önce geldi dünyaya.. Pek şirin, pek pembe, pek yumoş.. Misler gibi cennet kokuyor ve hep uyuyordu.. Hayran kaldık, büyülendik.. İyi dileklerde bulunduk, kokladık, öpmeye kıyamadık ve döndük.

* Cumartesi sabah erkenden kalkıp O.nunla birlikte ev işine giriştik. Arada ben Yağıza bir kek yaptım. Sonra karşıya geçtik, Figen’le buluştuk, doktora gittik, Figen’imin karnındaki 4 haftalık mercimeği gördüm ultrasonda.. İlk kez canlı bir bebeği izledim bu şekilde.. Bizim bebiş hiç yerinde durmadan hareket ediyor.. Minicik daha ve kımıl kımıl.. Cinsiyetini yine göstermedi.

* Yağız’ımı gördüm, çok yaramaz bir günündeydi.


* Tatile 77 saat kaldı...

* Akşam bizim şirketin bağlı olduğu holding’in 50. kuruluş yıldönümü partisi vardı. Biraz istemeyerek gittik ama ortam ve ambians çok güzeldi. Yemekler süperdi ve asıl süper olanı Sertap Erener’di. Canlı performansı gerçekten muhteşemdi..

* Sonra Safiyeyi ve annesini aldık, bize geçtik. Gece üçte yatıp ertesi günü onikide uyandık. Çok tembel, çok zevkli ve çok geveze bir gündü.. Yemek olayını abartıp Safiyenin özlediği yemeklerden yapalım dedim. Ortaya kısır, mercimek köftesi, kabaklı ve havuçlu börek, hindistan cevizli kurabiye çıktı.. Hepsinden yedik yedik.. Şiştik...

* Gece birde mecburen yattık.. Cumartesi sabah görüşmek üzere deyip vedalaştık..


* Tatile 77 saat kaldı...

* Cuma akşamı itibariyle tatile çıkıyorum. Listemi hazırlamaya başladım bile.. Çok yemek yapıcam, Yağız ile yüzücem, bol bol fotoğraf çekicem...

* Güzel ve Dahi programını nihayet yayından kaldırmışlar. Bravo RTÜK, kedi olalı bir fare tuttu sonunda.

* Ayşe Arman Doğu Karadeniz yaylarına tatile gitmiş. Pazar günkü yazısında Pokut Yaylasını anlatıyordu. Çok kıskandım ve o günlerimizi andım.
* Tatile 77 saat kaldı...





* Ekim ayından itibaren O.nunla birlikte hafta sonlarında müzeleri/sarayları/ tarihi yerleri gezmeye karar verdik. Kendi küçük İstanbul gezilerimizi yapacağız.. Küçük bir araştırma yaptım, Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Miniatürk, Santralİstanbul, Arkeoloji Müzesi, Beylerbeyi Sarayı gibi sayısız yer var gezmeyi bekleyen.. Bol bol fotoğraf çekmeyi de hedefliyorum tabi..




* O.nun yeni işyerindeki arkadaşları tüplü dalış yapıyorlar. Ben de iki kez deneme dalışı yapmış ve mest olmuştum evlenmeden önce.. Gelecek sene biz de gidelim dedi O. İnanamadım kulaklarıma.. Seneye tüple dalış olayını ele alıp, balıkadam brövemi almayı planlıyorum şimdiden.



* Sabah öyle zor uyandım ki, yukarıdaki karikatürdeki olayı yaşamak istedim.


* Tatile 77 saat kaldı...